22 Ocak 2020 Çarşamba

Sosrukonun Kılıcı ve Atı


Sosrukonun Kılıcı ve Atı


Sosrukonun Kılıcı ve Atı

Çabuk büyüyordu Sosruko. Yaşıtları daha beşikteydiler. O ise, avluda koşup duruyor, aşık oynamakla vakit geçiriyordu. Döşeği topraktı, yorganı gökyüzü, çakmak taşlarıyla besleniyordu, dağ arılarının balıyla beslenen öteki çocuklar, bu kuvvetli, benzeri görülmemiş sağlam çocuktan korkuyorlardı.

Onu öfkelendirdikleri zaman kıvılcımlar saçıyordu çünkü.

Küçük Sosruko bıkmıştı aşık oynamaktan: Tlepş’in demirhanesine dadandı. Sık, sık Demirciler Tanrısı Tlepş’i ziyaret eder oldu. Günün birinde Tlepş ona: ’’Oğlum çek bakayım şu körüğü’’ dedi. Sosruko bir körükledi, alt üst oldu demir hanenin içi, demirden yapılmış ne varsa havaya uçuverdi. Sadece ağır örs yerinden kımıldamadı.

Tlepş önce ürktü, sonra sevindi. Sosruko’nun gücünü denemeye karar verdi. ‘’Peki, oğlum. Bir de şu benim örsü topraktan çıkarabilecek misin bir bak bakalım?’’ Tlepş'in örsü çok derin çakılmıştı toprağa. Ayağı yedi kat yerin dibindeydi. Onu hiç değilse birazcık kımıldatan ancak «Ben bir Nart’ım» diyebilirdi. Sosruko körpe kollarıyla örse sarıldı; zorladı, zorladı ama örs bana mısın demedi. Tekrar asıldı, oynatamadı. Üçüncü denemesinde de başaramayınca. Tlepş üzgün bir sesle: ‘’Yok, Sosruko görülüyor ki, daha zayıf bir çocuksun. Ananın yanına dönsen. Sıcak ocağın başına otur da çakmak taşı kemir! Nartlara yaraşır büyük işler düşünmek, senin için biraz erken.’’

Eve dönünce, annesi onun keyifsiz ve üzgün olduğunu fark etti. Sosruko annenin sorularına cevap vermeden ocak başına çöktü, bir çakmak taşı alıp kıvılcımlar sıçratarak hırsla kemirmeğe koyuldu. Ertesi gün, sabahın köründe, gizlice, daha Tlepş gelmeden demirhaneye girdi. Koca örse sarıldı asıldı. Örs azıcık kımıldamıştı. ‘’Bugünlük bu kadarı yeter bana’’ dedi. ‘’Gidip biraz serinlemeli.’’ Aşağı, nehir boyunca indi. Yattı buzun üzerine, buz eridi, çünkü yaptığı işten, çelik vücudu ateş gibi olmuştu. Buzlar çözülünce, nehir, kış manzarası içinde, ilk bahardaki gibi gürül, gürül akmağa başladı.

Sosruko, ertesi sabah daha Tlepş gelmeden yeniden demirhaneye gitti. Yeniden sarıldı koca örse. Çekti, yedi kat yerin dibinden söktü, çıkardı. Demirhanenin kapısının önüne fırlatıp döndü evine. Tlepş demirhaneye girmek isteyince giriş yolunu tıkalı buldu, çünkü örs vardı orada. Nart ülkesinin en güçlüleri onu ancak biraz oynatabilirdi. Fakat böyle kaldırmağa Tlepş bile gücü yetmezdi. Örs demirhane kapısı önünde ayağı yedi kat yerin tozu ile kaplı devrilmiş duruyordu. Tlepş, ‘’benzeri görülmemiş bir insan gelmiş yeryüzüne. Bu güçte bir insanı dünya hiç görmemiştim. Ey, Yaşama Tanrısı Psatha, bu insan iyiliğin dostu bir yiğit olsun, kötülük elçisi olmasın! Onun hayatının başlangıcı, bütün kötü insanların sonu olsun!’’

Bu sırada demirhaneye üç Nart yaklaşmıştı. Kardeşti bunlar. ‘’Ömrün ateş gibi sürekli olsun!’’ diye; Demirciler Tanrısı Tlepş'i selamladılar. ‘’Ben de sizin için ayni şeyi dilerim’’ diye selama karşılık verdi Tlepş.

‘’Aramızda bir sorun var, yargıyı sen ver Tlepş’’ diye kardeşlerin en yaşlısı söze başladı. ‘’Bizler aynı günde doğmuşuz. Sabah ben, ortancamız öğle, en küçüğümüz de akşam. Kalkmış; kardeş, kardeş dağda ot biçiyorduk. Fakat hep küçüğümüz geçiyordu bizi ot biçmekte, bizimle aynı hizada başlıyordu, iki üç kere salladı mı tırpanı bizi iyice geçiyordu. Onu arkamızda başlatıyorduk, bir de ne görelim beş altı sallayışta bize yetişmemiş mi? Kaçıştık önünden, olur ya bizi de biçiverirdi. ‘En küçüğümüz amma da yamanmış ha’ dedik kendi aramızda dedik ya gene de ağrımıza gitti. Benim de ortancanın da’’.

’’Nasıl ağrıma gitmez’’ diye ortanca sözü aldı. ‘’Tutsun en küçük kardeş büyüklerini yensin. Müsaadenle, Tlepş, bak bir öğle vakti ne oldu anlatayım. Tırpanları toprağa sokmuştuk sapına değin. Oturmuş öğle yemeğini yiyorduk. Bir de baktık ki en küçüğümüzün tırpanı işe koyulmuş, biçer de biçer, yoluna bir ağaç mı çıkmış biçiyor, bir taşla mı karşılaşmış, onu da bölüyor ikiye.’’

Tlepş, ‘’desenize marifet ondaymış. kardeşinizde değil.’’

’’Hayır marifet bende değil’’ diye kardeşlerin küçüğü onadı, ‘’işte bu yüzden bu güçlü tırpandan iyi bir kılıç dövdürmek istiyoruz. Yalnız anlaşamadığımız bir şey var. Hangimizin alacak bu kılıç? Benim hakkım değil mi Tlepş?’’

Tlepş, sesini çıkarmadan tırpanı aldı, hemen kimin elinden çıktığını anladı. Debec, ustası ve Nartların ilk demircisi bu tırpanı Bereket Tanrısı Thagoleç için yapmıştı. Tlepş bu tırpan için kardeşlerin kavgaya tutuşacaklarını pek iyi anlıyordu. Üç Nart’a dedi ki: ‘’Elbette bu tırpan ve sizin için yapacağım bir kılıç yüzünden tartışırsınız. Tartışmanın sonu dövüştür. Dövüş düşmanlığa götürür. Düşmanlıksa insanlığı boğar, yok eder. Bu tırpan size babanızdan kaldı. Üzerinde hepinizin eşit hakkı var. Bakın, ne düşündüm. Demirhanenin kapısı önündeki örsü görüyor musunuz? Yolumu kapıyor. Yerine götürmek, yine eskisi gibi derin çakmak gerek. Kim yaparsa bunu, tırpandan döveceğim kılıç onun olur. Kabul mu?’’ ’’Kabul’’ diye yanıtladılar. ‘’Kabulse koyulun işe’’ diye kükredi Tlepş, «En büyüğünüz başlasın!’’

Kardeşlerin en yaşlısı örsü kavradı, ancak yerinden oynatamadı. Tekrar asıldı, nafile. Üçüncüsünde başaramadı. Sonra ortanca kardeş geldi örsün başına. Asıldı. Kımıldamadı bile örs. Yine çekti. Olmadı, üçüncüsünde birazcık kımıldadı. Sonunda en küçük kardeş geldi, bir kez çekti örsü. Kımıldatamadı. Yeniden denedi birazcık kaldırabildi. Üçüncü kez şöyle bir adım kadar sürükledi. Ancak örsü düşürdü, kendisi de üstüne kapaklandı. ‘’Sende örsümü kaldıracak güçte değilsin’’ dedi Tlepş ‘’Kılıç üzerinde hakkınızı yitirdiniz kardeşler’’ Biz gücümüzün yettiğini yaptık, diye cevap verdi üç kardeşler. ‘’Fakat bir Nart’ın sözü çelikten sağlamdır. İraden önünde saygıyla eğiliriz Tlepş. Demek içimizden hiç biri iyi bir kılıca layık değil.’’

Bu sırada demirhaneye Sosruko yaklaştı. Uzun zamandan beri öteden üç kardeşin boşuna uğraşmalarını seyretmişti. Geldi. Demirciler Tanrısı’na yakardı: ‘’Bırak bir de ben deneyim gücümü, Tlepş’’

Kardeşlerin en yaşlısı Tlepş'ten önce atıldı, bağırarak: ‘’Deneyecek ne işin varmış burada? Git ananın sütünü iç sen!’’ Orta kardeş de söze katıldı ‘’Amma da büyük görüyorsun kendini bacaksız. Yaşın başın ne? Hadi dön evine!’’. En küçük kardeş kahkahayı bastı: ‘’Hah hah hah! Sen daha yumurtadan yeni çıktın, hadi git gücünü Mejace’de (1) (yemekte) dene!’’

Bu sözlere fena kızdı Sosruko, örse koştu, tutup kaldırıverdi havaya. Eski yerine götürüp çaktı toprağa. Öyle, hızlı soktu ki, örsün ayağı yedi kat yerin dibini geçti, dokuzuncu katta durdu. Sonra üç kardeşlere bakmaya bile tenezzül etmeden eve annesinin yanına gitti.

’’Vay bacaksız vay’’ diye hayretler içinde kalmışlardı kardeşler. Nartların Chasesinde gördükleri bu mucizeyi anlatacaklarına yemin ettiler. Onların bu yemini Tlepş'in hoşuna gitti, dedi ki ‘’Nart kardeşler; bu mucizenin şerefine, iyi çelikten hepinize birer kılıç döveceğim, fakat Bereket Tanrısı için yapılmış Dabec'in tırpanından döveceğim kılıcı. Nartlardan buna en layık olan alacaktır. Yarın sabah içinizden demirhaneye en erken kim gelirse ilkin o alacak kılıcını. Anlaşıldı mı?’’ Kardeşler sevinçle cevap verdiler: ‘’Anlaşıldı Bilge Tlepş’’. Atlarına atlayıp yeni yiğit Sosruko'nun gücünü anlatmak için dolu dizgin Nartların Chasesine yöneldiler.

Tlepş; en iyi çelikten, hemen kılıç yapmağa koyuldu. Üç gün içinde üç kılıç yaptı, her birini bir kardeşe verdi. Sonra dokuz gün, dokuz gece demirhanesinden çıkmadı. Dokuz gün, dokuz gece Bereket Tanrısı’nın tırpanından bir kılıç doğdu. Kılıç tamamlanınca, demirhanede duvara astı.

Sosruko eninde keyifsiz, keyifsiz ocak başında oturuyor, can sıkıntısından için içini yiyordu. Sataney: ‘Oğlum’’ dedi, derdini paylaşmak için «Niye üzgünsün böyle’?’’ Sosruko: ‘’Üzülmek için ne gerekirse hepsi benim başımda’’ diye cevap verdi. ‘’Ne arkadaşım var benim, ne de yararlı bir şey yapıyorum. Boyuna ocak başında oturuyor, gözlerimi küle dikmiş bakıp duruyorum. Yaptığı işler için doğrusu şu bizim köpeği bile kıskanıyorum. Hiç olmazsa yabancı sokmuyor avluya, her geçen atlıya havlıyor. Şurada burada oturuyorum bense, iyi şeyler yapmak için gereken hiç bir şeyim yok.’’ Sataney haykırdı: ‘’Biricik yavrum, bir gün insan oğullarından kimsenin gücü benzemeyecek seninkine. Sen daha gençsin, düşman edinmen için biraz erken, gerçek bir dost bulacak çapta da değilsin şimdilik. Hem bir arkadaş nerden bulayım ben sana? Yetişkin hep bütün Nartlar, dengin yok ki aralarında. Yaşıtlarınsa daha beşikte yatıyorlar.’’

‘’Anneciğim’’ diye konuştu Sosruko «sadece bir arkadaş değil benim istediğim. Nart çocuklarından da bir şey istemiyorum. Savaşta gevşemeyen, hızlı konuşmaktan yılmayan dostlar gerek bana.’’

Anlamıştı Sataney, Sosruko'nun sözlerini. Doğru Tlepş'e gitti. Demirciler Tanrısına yalvardı, yakardı: ‘’Rahat vermiyor bana oğlum. Dünyayı dolaşmak, bütün Nart ülkesinin kıyısını bilmek isteği ile yanıp tutuşuyor. Bir atla bir kılıç diledi benden. Öğüt ver bana Tlepş. Ne yapayım ben şimdi? Korkarım ki, oğlum henüz pek genç. Gücü yetmez daha.’’

Tlepş alevlerin şavkı ile ışıltılı yüzünü Sataney’e çevirdi, gök gürültüsünü andıran sesi ile konuştu: ‘’Yanılıyorsun Sataney, gerçek gücüne erişti gayri oğlun. Yüzüne baksan daha çocuk ama ruhu ile tam olgun bir adam. Nart ülkesini tanımaksa isteği; güzel, koyulsun yola. Bir kılıç gerekiyorsa; gönder oğlunu bana!’’

Sosruko; sevinçten uçarak demirhaneye gelince, Tlepş sordu ona: ‘’Nasıl bir kılıç gerek sana?’’, ‘’Ne çok uzun olmalı. Ne çok kısa. Yakındaki düşmanı rahatça vurmalı, uzaktaki düşmana korku salmalı.’’ O zaman Tlepş; Bereket Tanrısı’nın tırpanından dövdüğü kılıcı aldı duvardan, Sosruko'ya uzattı ve dedi ki ‘’Nart ülkesinde bu kılıcı taşımaya layık yalnız sensin. Ünle, onurla taşı onu!’’

Sosruko sevinçle bağırdı: ‘’Ömrün uzun olsun Tlepş, ant içerim şimdi sana, tırpandan dövdüğün bu kılıcı lekelemeyeceğim.’’ Tlepş mutlu oldu; ‘’Ne lazım daha sana? Başka var mı dileğin?’’, ‘’Bir de atım olmalıydı, Tlepş!’’, ‘’Öyleyse dinle: Sataney'in iyi bir atı vardır. Söyle annene tüm iyilikler onunladır. O zaman verir atı sana.’’

Belinde Tlepş'in kılıcı, eve koştu Sosruko. Sataney onu böyle Tlepş'in kılıcı ile görünce yumuşak, üzgün bir sesle: ‘’Ne istediğini biliyorum oğlum. Tlepş, soylu kılıcı sana lâyık gördüyse, ben de seni bir attan yoksun etmem. Gel benimle!’’ dedi.

Sosruko'yu karanlık bir geçitten bir mağaranın önüne götürdü. Mağaranın deliği koskoca bir kaya ile kapanmıştı. Abramıve bir taştı bu. Sataney: ‘’Sosruko, gözümün nuru’’ dedi. ‘’Bu taşı çekebilir, içeri girersen, bir at bulacaksın orada. Üstüne binmeyi de başarırsan at senindir artık.’’ Genç çocuk bir itişle Abramıve taşı kenara fırlatıverdi, girdi mağaraya. Atın öfkeli kişnemeleri onu bir an için sanki sağır etmişti. Çakmak taşı kaplı yeri eşmesinden çıkan kıvılcımlar sanki kör etmişti. Dağlar yıkılıyor, dünya zangır zangır titriyordu sanki. Nart töresine göre Sosruko atın soluna yanaştı. Şaha kalktı at, genci bir
vuruşta ezip öldürmek istedi. Sosruko bu kez sağdan denedi. At yine üstüne bindirmedi. O zaman Sataney fısıldadı, ‘’Sosruko. Gözümün nuru! Seni yetişkin bir erkek bulmadığı için istemiyor’’. Sosruko bu sözleri işitir işitmez, yüreği öfke ile doldu. Çılgın gibi atın yanına gitti, bir sıçrayışta atladı üstüne, yelelerini tutup haykırdı.’’ Koruyun kendinizi Ciğitler (2).’’ Sonra yıldırım gibi geçide dalıp uzaklaştı oradan.

’’Ah başıma gelenler’’ diye dövündü zavallı Sataney. ‘’At öldürecek oğulcuğumu.’’ Fakat Sataney oğlunun arkasından bakana dek, at çoktan bir yıldız gibi göğe çıkmıştı bile, bir yıldız gibi bulutlar içinde kaybolmuştu. Orada gök kubbenin üstünde at, binicisini atmayı düşündü. Düşsün de yere, paramparça olsun! Neler yapmadı bunun için at. Şahlara mı kalkmadı, yıldırım gibi derinlere mi dalmadı. Fakat Sosruko sımsıkı tutuyordu yelesinden, düşmüyordu. At yükseldi, olmadı, aşağı indi, olmadı. Sonunda çok çok yukarılardan, yedi denizin sularının kavuştuğu bir yerde okyanusa daldı. Korkunç akıntılar, küçük binicisini sırtından sürükler sanmıştı. Fakat nerede, Sosruko sımsıkı tutuyordu yelesini, düşmüyordu. O zaman sarp yamaçlara, dik kayalara vurdu, kara yarlardan geçti fırtına azısı. Ancak kırlangıçlara yol veren yüzük kadar bir dağ geçidinde, şimdi düşer artık binici diye düşündü. Fakat nerde? Oğlancık sımsıkı tutuyordu yelesini, düşmüyordu. Yedi gün, yedi gece sürdü bu korkunç koşu. Sonunda at yoruldu. O zaman Sosruko haykırdı: ‘’Ee? Ne duruyorsun? Kımılda biraz! Senin yapacak bir şeyin yok, benimse şimdi geldi hevesim’’. Atın binicisini dinleyecek hali yoktu. Soluk soluğa durdu, kaldı. Burun deliklerinden çıkan duman sis gibi çalılara iniyordu.

Sosruko çalılardan dallar kesti. Parçaladı atın sırtında. At ‘’Hayvanların Tanrısı Amış adına yemin ederim ki, sen gerçek bir Nart kaldıkça ben de senin sadık atın olacağım’’ diye konuştu. Sosruko: ‘’Öyleyse, yürü bakalım!’’ diye buyurdu ve böylece eve döndüler. Genç biniciye karşıcı çıktı Sataney. Gözlerinden sevinç yaşları akıyordu. «Oğlum benim, gözümün nuru!» diye bağırdı. ‘’Ben çoktan yasını tutmuştum senin.’’

Sosruko indi. Atı bağladı bir kazığa. Annesine döndü: «Anne, bırak ağlama! Yolluk hazırla bana. Öyle pek ağır olmasın. Fakat uzun süre yetsin. Zaman geldi artık. İnsanları tanımak için gurbete çıkacağım.’’

Sosruko böyle konuştu işte. Sataney’in mutluluktan ışıldı gözleri, gururla oğluna baktı.
Çeviri: Kundeyt Şurdum

Ölülerin Şarabı

Aralık 08, 2018
Kuntabeş ve Hatkoyesler’in oğlu

Laşin: (…) Tek bir ismi öğrenerek,
Öğrendim yeryüzünde her şeyi,
“Seni seviyorum!..” diyerek,
Bitirdim tüm sözlerimi. .....

Fenes: Delisin sen, Laşin!.. Üzerinde yattığım şu kuma bir bak; yeryüzünün en yumuşak yatağıdır o, çünkü bir kadın tarafından serilmedi. Başının üstündeki göğe bak bir de şimdi, yani evrenin en temiz örtüsüne, hiçbir kadın eli kirletemedi onu. Yaşamayı kimden öğreneceksin? Kendisini boydan boya hayata adayan şu bilge ağaçtan mı, yoksa yalnızca elindekilerin hepsini istemekle kalmayıp, aynı zamanda seni de senden alan, doymak bilmez bir kadından mı?

Kitaba alınmayanlardan

Yeryüzünün en yüksek dağları buradadır; fakat insan, tüm dorukların da yukarısını görebilir.

En güçlü ve ihtiyar ağaçlar burada yetişir. Yine de insan, içlerinden herhangi birini en üst dalından tutup, yere kadar çekebilir.

Burada yetiştirilen atlar, kuşlardan hızlıdır. Savaşçılar, büyük kahramanlıkların ardından, çatısında dumanı tüten evlerine dönerler, yiğitlik ve cesaret şarkıları söyleyen aşıkları dinlemeye…

Kanlı çarpışmalarda dağları devirir, büyük suları aşar, devleri yenilgiye uğratırlar ve tüm savaş işlerini bitirdiklerinde, kafalarını dinlemek için, ormanlara, sineklerin cirit attığı kulübelere sığınırlar.

Sayısız orduyu kılıçtan geçirdikten sonra, gökyüzünde, aladoğanın birine yem olacak minicik bir kuşu farkedip, hayatını kurtarabilirler.

Atlarıyla ezip geçtikleri ekin, birkaç ülke insanını bir yıl boyunca tok tutabilirdi.

İçlerinden bir yiğit, günbatımına kadar zafere kavuşamayacağını anlamış ve güneşi alıkoymak için atını gökyüzüne sürmüştü; ne var ki ışık, gözlerini kör etti. Ayın ucuna çarptı, mantosunun eteği diğer uçta takılı kaldı; böylece tam yedi gün yedi gece ayın ucunda asılı bekledi. Ne zaman ki, mantosunun bağları koptu, bütün o günler boyunca dizlerinin arasında tuttuğu atının üzerinde, usulca yeryüzüne indi. Ayın ucunda sallanan mantoyu oralı bir çoban buldu ve her Tanrı’nın günü sırtına geçirip, çalım sattı.

İnsanlar zaman zaman toprağın sarsılıp titrediğini duyduklarında, bunda Kuntabeş’in de payı olduğunu bilirler. O ki, atının üzerindeyken, şöhretini bile geride bırakır; ve henüz gerçekleştirmediği kahramanlıklar için söylenen şarkılara bir türlü yetişemez. Ve işte bugün, bu saatte, bu an Kuntabeş, yine atını sürüyor; bakışları, hayvanın burun deliklerinden çıkan alevi geride bırakıyor. Sabah ne yediğini hatırlamıyor Kuntabeş; sefere çıkarken de, bütün bu günler boyunca neyle besleneceğini getirmemişti aklına.

Kuntabeş atını sürüyor, şöhret arzusuyla yanıp tutuşarak. Eğer söylenen şarkı onun için yazılmamışsa, bilin ki basit bir vızıltıdan ibarettir. Onun kahramanlığını anlatmayan söylencenin aslı yoktur. Eğer atı bu ormana işemediyse, burası orman değil, olsa olsa bir çalılıktır.

Kişniyor, inliyor, yırtınıyor Kuntabeş’in atı. Ağzından dökülen kanlı köpükler, uzun otları lekeliyor. Batırın sol omzunda bir şahin uyukluyor, kızgın oklar acıyla şıngırdıyor kılıfının içinde, kılıcı kana susamış, durmuş bekliyor kınında.

İşte böyle sürüyordu atını Kuntabeş ve sonunda, yeryüzündeki kadınların en güzelinin yaşadığı memlekete ulaştı. Arıyor muydu onu, kimse söyleyemez; kesin olan bir şey varsa, o da, uyuduğu saatler dışında, ömür boyu kahramanlık peşinde at sürdüğüdür. Demek ki onun için hiç bir karşılaşma, rastlantı olamaz. Eğer böylesi bir rastlantı söz konusu olduysa bile, er ya da geç kanlı bir zafer ile sonuçlanmıştır. Ve işte karşısında dikenli bitkilerden örülü bir set, ki şapkanı fırlatsan öteki tarafa geçmez; ve işte sağlam, dev kapılar, ki üzerlerine bir dağ devrilse yıkılmazlar. Ne var ki, Kuntabeş’in seti aşması için atını biraz mahmuzlaması yetti, kapılar cesur yiğidin atının bir kuyruk darbesiyle yıkılıverdi.

Kuntabeş’in atı, büyük evin kirişlerinin önünde durduğunda, yakınlardaki dağ dorukları titredi, civar ormanlardaki bütün ağaçlar yapraklarını döküverdi. Bir tek evin kendisi, bu güçlü sarsıntıya dayanabildi; yarı yarıya çürümüş kirişler devrilmedi, yıllanmış duvarlar çatlamadı, çoktandır kargalara barınaklık eden, delik deşik çatı çökmedi. Bu köhne ev ne yıkıldı, ne sarsıldı, çünkü o, yeryüzündeki kadınların en güzelinden yayılan ışık ve tutkuyla sağlamlaştırılmış, hatta belki baştan aşağı bu maddeden yapılmıştı.

Işığın kızı, yiğidi karşılamak için dışarı çıkmadı, elini hafifçe oynatmasıyla, evin duvarları saydamlaştı, o zaman Işıktanelli Kadın boylu boyunca göründü. Fakat hiç kimse, hiçbir zaman, en güzel kadının güzelliğini anlatmaya cüret edemez… O yüzü kendi gözleriyle gören her erkek, yeryüzündeki bütün diğer kadınları unutmuştur. Ve hiç kimse bu kadının kime benzediğini söyleyemez, çünkü güzelliğini bir başkasıyla karşılaştırmak olanaksızdır. Işıktanelli Kadın, ışık huzmeleri ve renklerden dokunmuştur. Sesi, derin fısıltılar ve tutkulu iç çekişlerdir onun, tatlı bir yorgunluğu ve yüreğin hiç bitmeyen arzularını söyler. Hareketleri, kirpiklerinin açılıp kapanışı, bakışları, göz kamaştırır, insanın kanı damarlarında gürültüyle akar. İşte göz kapaklarının titremesiyle, üzerine sayısız yıldızın ışığı yansıyan tavan sallandı; yıldızlar, bu kadının gözlerinden yayılan ışığa bir göz atmaya, kendi ışıklarının onunkinin yanında sönüşünü izlemeye inmişlerdi yer yüzüne. Bu gözlere bakıp da kör olanın vay haline! Ama bu balçık tabanlı, serin odada sağ kalan erkek, sonsuz mutluluğa ermiş demektir.

“Kuntabeeş!..”, bu ışıklı ses, kadının titreyen kirpiklerinden kopup geldi, duvarları aştı, yiğidi sarıp sarmaladı. “Kuntaabeeş!..” Bu bahçe yüz yıldır, bu sesi duyup da yüreği titremeyen, dizlerinin bağı çözülmeyen bir insana tanıklık etmemişti.

Fakat Kuntabeş’in sırtında ev yapımı kalın yünden bir gömlek, onun da üzerinde bir yaban domuzunun ensesindeki sert tüyleri andıran göğüs kıllarını bastıran demirden bir zırh vardı. Yağmurlardan ve karlardan, atının ağzından çıkan köpüklerden ve yiğidin kendi terinden ötürü baştan aşağı paslanmış zırhın da üzerine çelik cebeler dikilmişti. Bunlar de yetmiyormuş gibi, acayip bir hayvanın derisinden yapılmış, bronz şeritlerle kaplı, dev bir kalkan koruyordu Kuntabeş’i. Gerçi tüm bunlar olmasa bile, Kuntebeş’in göğüs kafesinin içinde çarpan kalbe, o güne dek ne bir ok, ne bir mızrak, ne de büyük ağaçların altında biraz dinlenmek için uyurken canına kastetmiş yıldırımlar zarar verebilmişti. Öyle bir kalp taşıyordu ki, daha doğrusu – öyle bir kalp onu taşıyordu ki, bir kez olsun huzur nedir bilememiş, şu koca dünyada nereye, neden ve hangi gereklilik uğruna koşturup durduğunu düşünmeye fırsatı olmamıştı.

“Kuntabeş!”, dedi ona aynı ses bir kez daha. Bu sesi duyan kuşlar yollarını şaşırır, farklı yönlerde savrulmaya başlarlardı. Bu sesin anlattığı bir şey daha vardı, o da – daha önce asla aynı erkek adını iki kez tekrar etmemiş olduğuydu.

Fakat bir kadın tarafından seslendirilen kelimeler, Kuntabeş’in anlayabileceği türden kelimeler değildi. Kılıcının dairesel bir hareketiyle, duvarda, kendi dev bedeninin rahatlıkla geçebileceği bir yarık açtı, ne de olsa kimse ona bir yere girmek için kapıyı açabileceğini öğretmemişti. Elini, Işıktanelli Kadın’a uzattı.

Kadınların en güzelinin yüreği gönendi, çevresine yaydığı ışık titredi, kar beyazı göğüsleri heyecanla inip kalktı, erkek gözlerine aç, yuvarlak kalçaları aralandı, elleri, tertemiz dağ pınarları gibi kıpırdandı.

“Ellerini, saçlarımın arasına daldır,” diye fısıldadı, “seni ölümsüz bir varisle ödüllendirebilirim. Bacakları bu evin kirişleri gibi sağlam, kolları, şimşir gövdesi gibi, bu evden, kendinle beraber bir oğul çıkaracaksın, o senin halkının soyunu sürdürecek.”

Işıktan kadının ateşi Kuntabeş’i yakmaya yetmedi. Ne kalbi titredi, ne dizlerinin bağı çözüldü. Güçlü avucunu uzattı; nice aşk sözcükleri ve inlemelerin, aralarında hiç bir iz bırakamadan sönüp gittiği, uzun, ipekten saçları yakaladı ve kadını evin dışına sürükledi.

“Senden olsa olsa bir sümüklüler kabilesi doğar, kancık!” dedi Kuntabeş ve avludan ayrılırken şunu da eklemeyi unutmadı: “Sen yiğitler doğurmuyorsun, pislik içinde yaşamaya yazgılı insanlar, çobanlar doğuruyorsun. Işığın kahramanlıklara değil, kalbin gelip geçici, boş hazlarına davet ediyor. Seni, eteklerinde en derin suların bulunduğu, dağların en yükseğine götürmeli, oradan aşağı atılmayı hak ediyorsun!”

İşte Kuntabeş’in kelimelerle ifade edebildikleri bunlardı, edemedikleri ise şöyle özetlenebilirdi: “Şanlı yiğitleri kahramanlıklara götüren yollara tuzaklar yerleştiriyorsun. Senin sesini duyup, ışığını gördüklerinde, ufukları oklarla delmek yerine, çalılıkları “tutkunun okları” ile suluyorlar. Artık yirmi yaşımı geride bıraktım, senin yağlı, solgun kalçalarından başka düşünecek şeylerim var, harp meydanında kahramanca bir ölümle kucaklaşmak gibi… Sen ise, önüne bir sadaka atarlar umuduyla yiğitlerin ellerini yalayan bir kancıksın!”

Bu söylenmemiş sözlerle Işıktanelli Kadın’ı, bir çöp torbası gibi atının üstüne yığdı ve bozkıra doğru yol aldı.

Atını sürüyor Kuntabeş, uçuyor atının sırtında yine, uçsuz bucaksız bozkır boyunca. Kuntabeş’in eski mantosunun içinden Işıktanelli Kadın’ın eli her göründüğünde, bütün o diyar sönmez bir ışıkla aydınlanıyor, ipekten saçları rüzgarda savruluyor, yıldızlar bu saçların içine dalıp, gökyüzünün tüm renkleriyle parıldıyorlar. Geçtikleri ırmak suları peşlerinden geliyor, ormanlar başlarını eğiyor, dağ dorukları keder ve hasretle arkalarından bakıp kalıyor.

Uzun muydu, kısa mıydı Kuntabeş’in yolu, bir Nart asla mesafeleri ve zamanı düşünmez; savaştığı yerin adı Dünya’dır onun, ölümle karşılaştığı zamana Sonsuzluk denir. Nart, hedefine ulaşmadan durmak nedir bilmez. Fakat Kuntabeş bu kez, henüz yorulmaya bile vakit bulamadan, üzerinde dağınık bir şekilde şimşir ağaçlarının büyüdüğü geniş vadide durmak zorunda kaldı, kendisi de yüzyıllık, kudretli bir şimşiri andırıyordu, karla örtülmüş sakalları ve bıyıkları ile dev bir adamdı, haddinden geniş omuzları vardı ve durduğu yerde bileklerine kadar toprağa batıyordu.

Kuntabeş’in, o an karşısında duran adamın büyük mü küçük mü olduğunu düşünmeye ne vakti, ne de bir nedeni vardı. Asla geriye de dönmezdi, ne de olsa aklına koyduğu bir şeyin tamı tamına gerçekleşeceğinden şüphesi yoktu. Kuntabeş, hiç yolundan ayrılmadan dev adamın önünden geçip gitmeyi istiyordu. Atının terkisinde yeryüzündeki kadınların en güzelini taşıyan bir yiğit, kim olduğunu bile bilmediği (bir çoban, işsiz güçsüz bir serseri, fazlasıyla cömert bir ev sahibinin bol boza ikramından sonra çalıların arasında kendisine sakin bir yer arayan bir seyyah bile olabilir) biri yoluna çıktı diye duracak değil ya! Kuntabeş, adamın önünden, yıllanmış ağaçların tepelerini toz altında bırakarak geçip gitti, fakat adam arkasından elini uzattı ve Kuntebaş’i, atının kuyruğundan yakaladığı gibi geri çekti, öyle ki elinde kuyruk, yiğidin yüzüne bakarak şunları söyleyebildi: “Bana selam vermeden önümden geçme cesaretini kendisinde bulan bir Nart’ın birkaç kemiğini kırmadan evime dönmem imkansız. Neden diye sorulacak olursa, en azından şu sebepten derim: Üç-nineler beni eve sokmaz da ondan, dahası kaderime lanetler yağdırır, soluksuz bedenimi köpeklerin önüne atar, artıklarını da karga sürülerine bağışlar… Ters gidiyorsun sen şanlı yiğit, arkan önüne dönmüş. Bugünden düne fırlamak sanki niyetin.”

Kuntabeş’in yüzü gölgelendi. “Eğer karşına çıkan ilk aptal seni durdurabildiyse, bir çakalın leş kokulu midesinden başka bir yeri haketmiyorsun!” dedi kendisine ve yumruğunu atının tepesine indirdi. At, yere yığıldı, sırtındaki kutsal hazineyi düşürdü, aralanan mantonun içinden Işıktanelli Kadın çıktı, inci tanesinden gözyaşlarını, çiğnenmiş basılmış otlara serpiyordu.

“Evsiz köpek sürülerinin evladı!” dedi yabancı, “güneş batar, ay gelmez olur. Zamanın yittiği bu anlarda kimse, acı çekenin gözyaşlarını görmezken, Yaratan tarafından, sabrı denenmek üzere bizlere gönderilen Işıktanelli Kadın, yorgun kalplerimizi aydınlıkla buluşturur, bu dünyanın, bizlerin mutluluğu için yaratıldığını hatırlatır! Ve sen onun kutsal bedenini, o iğrenç mantonla sarmaya cüret ettin, öyle mi?!”

Kuntabeş’in yüzü bulutlarla kaplandı, sert bakışlarında şimşekler yanıp söndü, onlardan çıkan alevle tutuşan bıyıkları titredi:

“Bir dakika sonra kara kargaların yuvalarında didikleyecekleri bu çürümüş et ve kemik parçası hangi soydan acaba?”

“Işıktanelli Kadın’dan yayılan şefkat ve mutluluk ışığının böyle parıldadığı yerlerde kargalar, kendilerine yuva yapmaya korkarlar. Ben Hatlardanım, Hat soyunun genç oğullarından biriyim. Aşıkların, senin daha gerçekleştirmediğin kahramanlıklara, geleceği anlatan yalan efsanelerden şarkılar derledikleri memlekettenim ben. “Kendi işlerimle yaşamak istiyorum dedim”, aptal Kuntabeş’le ilgili sözler ve melodilerde değil. Dikildim işte karşına. Kuntabeş, hayatı tersinden yaşıyor. Eğer ismini tersinden okuyacak olursak gerçek bir Şebatnuko’dur o. Sen, o uğursuz beygirinin üzerinde sarsıla sarsıla giderken, ışıklı kadının ışığı asırların önüne geçti, annemin rahmini vaktinden önce terk etmem gerekti. Aşk ve tutkunun ışığı kılıçla elde edilemez, yüce gökler tarafından bahşedilir insana. Dudaklarımda annemin sütü henüz kurumadan yola çıktım, sakalları karla kaplanmış senin karşına dikildim. Beni buraya inleyen rüzgarlar sürükledi, kederli dağ dorukları gösterdi bana bu yolu, buraya varana kadar ne yedim ne içtim, çatlayan dudaklarım yalnızca gökyüzünden inen çiylerle ıslandı… Sense hangi yerlerden geldiğini, ne zaman yola koyulduğunu anımsamıyor ve seni kimsenin görmeyeceği bir yere doğru atını sürüyorsun.”

Hat, yerinden kıpırdadı, ayaklarını toprağın içinden çıkardı, üzerlerindeki taş ve toprak parçalarını silkeledi, Kuntabeş’in yanına vardı. Yiğit, henüz kıpırdamaya vakit bulamadan, kendisini ayak bileklerine kadar toprağa saplanmış buldu. Sonra Hat, onu bir kez daha yakaladı ve tekrar toprağa sapladı, bu kez beline kadar. Hat, Kuntabeş’i üçüncü kez havaya kaldırdığında, onu ta çenesine kadar toprağa sapladı ve şöyle dedi: “Kafan sersem olsa da, sağlam bir bedene sahipsin. Madem öyle kafan dışarıda kalsın. Burnunla nefes al, gözlerinle çevreni seyret, belki işe yarar bir şeyler görürsün. Kar yağarsa, dilini dışarı sarkıtabildiğince sakallarını yala, yağmur yağarsa bıyıklarından damlayan suyu emersin.”

Hat, Işıktanelli Kadın’a yaklaştı, onu kaldırdı, küçücük bir kuştan daha hafif olduğunu anladı, kar beyazı vücudunu tek bir ipliğin bile örtmediğini gördü.

“Hakaretin alevi üzerimdeki ipekten elbiseleri küle çevirdi,” dedi sesinde derin bir hüzünle Işıktanelli Kadın.

“Hiçbir elbise, seni senden daha güzel yapamaz ve gizleyemez bedenini,” diye yanıtladı onu Hat, bir yandan da Tanrı’ya kendisini bu güzellikle kör etmemesi için yakarıyordu. Kuntabeş’e döndü: “Işıktanelli Kadın’a bak kafasız Nart, bak o lanet olası mantonla lekelediğin kadına!”

Kadın, tam önlerinde, küçücük ayakları toprağa neredeyse hiç basmadan duruyordu, elleri havadaki en ufak esintiyle titriyor, vadiyi sönmez bir ışığa boğuyordu. Gözleri aynı anda, hem kaderine yazılmış mutluluğu, hem de öleceğin saati görüyorlardı.

Hat, yüreğinde, toprağın dayanılmaz gücünü duydu; bedeni nehirlerce çağlıyor, isyankar rüzgarlarca havalanıyor, uçuyordu… Ateşin içine girenin dönüşü yoktur. Hat, Işıktanelli Kadın’a yaklaştı, elleriyle, hiç titremeden havaya kaldırdı onu, kucağına aldığı kendi hayatıymışçasına, dikkat ve sevgiyle taşıdı onu. Orman yakın, ağaçlar uzak; ağaçlar yakın, orman uzak, hazinesini göklerin altına, asırlık ormana, suskun ağaçların gölgesine bıraktı.

Nartlar’ın şanlı oğlu, uzaklıkları ve zamanı geçmeye çalışan, tersten yaşayan Kuntabeş ise, toprağın içinde duruyor, bir tek kafası dışarıda. Kulakları, ihtiras dolu fısıltıları işitiyor, ama sözcükleri seçebilmek olanaksız. Gözleri, vadideki yüksek otların ürperişlerini, sonra parmak uçlarına çıkarak, başlarını ormana çevirişlerini, Hat’ın nefesindeki ateşle tutuşarak küle dönüşlerini görüyor. Dağ dorukları, başlarını çeviriyor, vadideki ağaçlar çeviriyor bakışlarını… kuş sürüleri birden irkilip ormanı terk ediyorlar... Hayvanlara gelince, bu okşayıcı sevgi sözcüklerinden güçlerinin tükendiğini hissedip, ormanın en karanlık köşelerine kaçışıyorlar…

Yorgun ve acılar içindeki Nart defalarca kez uykuya daldı ve uyandı defalarca kez; karlar yağmurlarla değişiyor, yağmurların yerini kavurucu yaz sıcağı alıyordu. Çatlayan dudaklarına konan sineklerle besleniyordu Kuntabeş.

Aradan biraz daha zaman geçti ve sonunda, Hat’ın vadide yürüdüğü görüldü. Rüzgarlar ve yıldırımlarla budanmış bir meşe ağacı gibi, iki yana sallanarak ve önünü bile göremeden ilerliyordu. Kendi gölgesi bile güçlükle takip edebiliyordu onu. Hat, en yakındaki nehre kadar geldi, kafasını tertemiz sulara daldırdı, suyun başında ve bitiminde tek damla su kalmayana, bütün iri ve küçük balıklar kuruyan yatağın içinde nefessiz kalıp ölene, kıyıdaki ağaçlar kuruyup gidene kadar başını sudan çıkarmadı.

Hat, Nart’ın gözlerinin önünde vadideki yoldan ormana döndü; sonsuz, dipdiri bir güce kavuştuğunu, vücudunun sağlamlaştığını, esnekleştiğini, göz içlerinde şimşekler çaktığını, bu hayatı sevmeye ve bir kez daha tüm dünyayı sevinç ve tükenmez arzuların sesleriyle çınlatmaya hazır olduğunu hissedebiliyordu.

“Gölgemle konuş, beyinsiz,” dedi Nart’ın önünden geçerken, “o bile bir kadın tarafından sevilmenin nasıl bir mutluluk olduğunu anladı.”

Hat’ın aşkı üzerine çok söz söylenebilir. Sayısız günler ve geceler sonra terk ettikleri orman, dünya döndükçe kurumayacak, güçlü ağaçların altındaki otlar hiçbir zaman solmayacak. Buraya uğrayan bir alageyiğin ya da başka bir hayvanın soyu hiçbir zaman tükenmeyecek ve eğer sabırlı bir avcının yolu düşerse buralara, yüreği masalsı seslerle dolacak, okunu ve yayını bir kenara fırlatıp, ellerini ağaca uzatacak, ağacın önünde saygıyla eğildikten sonra, özürler dileyerek kalın, neşeli bir dal kesecek. Göklerin ışığını, soluk alıp veren toprağın seslerini hatırlayan bu daldan, güzelin yüzlerini ve hayatın ebedi kanunlarını tek bir melodide buluşturabilen bir figür yaratacak. Hat ve Işıktanelli Kadın’ın, uzun süren çarpışmalarda oraya buraya saçılan tutku okları ise, sersem rüzgarların peşi sıra uzak, kimsesiz topraklara ulaştı, yeni kabileler ve halklar doğdu gittikleri her yerde.

Hat, ormandan çıktığında gençleşmiş, ebedi gençliğe sahip Işıktanelli Kadın’ın yaşına ermişti. Vadide bekleyen Nart’ın yanına yaklaştı, onu toprağın içinden çıkardı, üzerine yapışmış toprak parçalarını, tozu silkeledi ve şöyle dedi:

“Sana atımı armağan ediyorum. Akılsızca koşturman sırasında ezip geçtiğin yollardan gitmeyecek o. seni, insanların yaşadığı, bereketli topraklarını ekip biçtikleri, darı ve arpa yetiştirdiklere yerlere götürsün. Kim bilir, oralarda, güneşten ve üzüm salkımlarından yapılan içkileri içen Fenes adlı adama rastlarsın. Onun sözlerini uyanmaya mecbur yüreğinle dinle, kıt aklınla değil ve hayat iksiriyle dolup taşan boynuzu uzatmasına kalmadan, iyice terle ve tarlalarına serptikleri gübrenin içerisinde gezinenlerle birlikte, dizlerinde derman kalmayana kadar yorul. Bana gelince, Işıktanelli Kadın’a eşlik edeceğim, onun gösterdiği yöne dikeceğim bakışlarımı, ikimiz canımız nereye isterse oraya gideceğiz. Nasılsa vaktimizin de yolumuzun da ucu bucağı yoktur, gidebileceğimiz toprakların hududu… Zaman senin için işleyecek ve eğer ruhun tekrar boşluğun sınırsızlığı ile huzursuzlaşacak olursa, bilgeleşmiş yüreğinle etrafına bir bakın, tüm zamanlarda ve mesafelerde, inci ve çiy rengi bir ışığın içinde, ardımız sıra uzanan bir yol göreceksin. Bu yolu izle, bir yerinde duru bir pınar çıkacak karşına, bil ki, bu pınar, bizim birbirimizi severek hayatı kutsadığımız yerde çıkmıştır toprağın içinden. Birbirimize fısıldadığımız aşk sözleri, yeraltındaki suları harekete geçirmiş, onları toprağın üzerine, ışığın ve hayatın ortasına çağırmıştır. Bir şimşir ormanında, barış içinde salınan ağaçların altındaki köye rastlarsan eğer, orada yaşayan insanların yüzlerine dikkatle bak, onlarda bizi göreceksin, beni ve Işıktanelli Kadınımı. Onlar sana, belki daha dün, belki de bir hafta önce, henüz bizler burada bir günlüğüne dinlenmeye kalmadan evvel, bu korunun insan nedir bilmediğini anlatacaklar. İşte orada Hatlar’ın soyunu tanıyacaksın, onlar kendilerine Hatkoyesler diyecekler, zira onlarda bundan böyle Aşk ve Yiğitlik tek vücut olacak. Biz doğuracağız, sense çoğaltacaksın, Kuntabeş. Sınırsız mutluluk seninle olsun!

Fenes: İşte tarih başlıyor; kahramanları bilmiyor bu tarihin sonunu, ne de olsa yaşamak isteyen sonsuzda yaşar ve ölen, Tanrı’ya seslenerek karanlığın yolunu tutar. Oysa Tanrı hep susar; Onun sözü, Onun işidir.
O-ha-hay!..

Khuyekho Nalbiy
Çeviri: Günay Kızılırmak Çetao

Ne Kadar da Usta Demirci

I

Tlepş Nartların ilk demircisiydi.

Demiri ısıtıp tavına getirdiğinde bir eliyle ateşten çıkarır, diğer elinin yumruğuyla da döverdi. Böyle çalışıp dururdu. Gün geldi oğlunu evlendirdi. Gelininin gösterdiği örneklerden yararlanarak, bir maşa ile bir çekiç yaptı. Bunlarla çalışmaya başladı.

Bir gün Habaş ile Beşıko, iş siparişi vermek için Tlepş’ın yanına geldiler.

- Tlepş, dediler. Bize bir kılıçla bir mızrak yap ama üzerlerine kum serpmeden yap bunları. Kılıç vurduğunu kesen, mızrak da her şeyi delip geçen cinsinden olsun. Ancak yineliyoruz, katiyen kum dökmeyeceksin bunları yaparken. Yoksa bozuşuruz. Bunları yarın gözümüzün önünde yapmanı istiyoruz. Bunları söyleyip gittiler.

Kum dökmeden ham demiri nasıl sertleştireceğini bilmiyordu. Bu nedenle ne yapacağını bilmeden düşünüp duruyordu Tlepş.

Kayınpederinin (пщы) bu endişeli halini gelini fark etti.
- Ne diye kayınpederim (sipş) böylesine üzgün, diye sordurdu.

Olup biteni gelinine ilettirdi.
- Beni yanına aldırsın öyleyse, dedi gelin. Körük çekmeye yanına geleceğim.
- Olur, dedi Tlepş de.

Ertesi gün Habaş ile Meşıko geldiler. Tlepş de çalışmaya başladı. Gelini de körüğü çekiyordu. O dönemdeki körüklerin, hava alması için üst tarafında delik bulunurdu.

Ocaktaki demir ısınıp kıvılcımlar saçmaya başlayınca, kol yenine kum doldurmuş olan gelinine:
- Hadi, hadi, gelinim! dedi Tlepş.

Gelin kol yenindeki kumu körüğün içine boşalttı, hava ile birlikte demirin üzerine görünmeksizin yayılıvermişti kum.

Demir kızıllıktan beyaza dönüşünce, Tlepş demiri hemen örsün üzerine getirip kılıcı yaptı. Ardından mızrağı da tamamladı.
- Usta, bunun pek işe yarayacak gibi bir görüntüsü yok, dedi kılıcı ısmarlayan.
- Ver bana, diyerek kılıcı aldı Tlepş, kılıcın keskin tarafı ile örse bir vurdu, örs ikiye ayrıldı. Bunun üzerine:
- Ne kadar da usta demirci! dedi Beşıko.


II

Tlepş ile Hudımıj (Хъудымыжъ) Nartların en usta demircileri idiler. Hudımıj’ın atölyesi Kurğo Bjape (Кургъо бжъапэ) tepesinde, Tlepş’ın atölyesi de şimdiki Yegerukay (Еджэрыкъуай) köyünün bulunduğu yerin yakınındaki “Ğuç’ıps’ıy Oşha” (Гъучlыпцlый lуашъхьэ) tepesindeydi.

İki demircinin beraber kullandıkları ortak bir çekici vardı. Nart Tlepş ocağının başında körük çekip demirini ısıtırken çekici Hudımıj’a atar, Hudımıj çalışırken, Tepş de demirini ısıtmış olurdu. Bu arada demiri soğuyan Hudımıj da “jüjüjü” sesleri yayan koca çekici Tlepş’e fırlatırdı.

İki demirci böyle çalışıyorlardı ama bir gün Tlepş çekici atmadı. O güne değin Tlepş öyle bir şey yapmamıştı.

Hudımıj kaygılandı: “Olmaz böyle şey, başına bir şey gelmiş olmalı, varıp bir bakayım”, dedi ve Tlepş’ın evine gitti. Bahçeye girip seslendi:
- Tlepş evde mi?
- Değil, dediler.
- Nerede öyleyse?
- Yınıjlar (devler) şölene çağırdılar onu. Orada olmalı, dediler.
- Peki yınıjların yerini kim biliyor?
- Ben biliyorum, -dedi bir çocuk.
- O halde beni oraya götürür müsün yavrum, dedi Hudımıj da.
- Tabii götürürüm, baba, diyerek öne düştü çocuk. Yınıjların evine vardılar. Yınıjların yeme içme şöleni sürüyordu.

Hemen karşılayıp buyur ettiler gelenleri. Yaşlı Hudımıj ünlü bir demirci de olduğundan büyük bir saygıyla başköşeye götürüldü ve Tlepş’ın yanına oturtuldu.

Yeme içme bitince sıra oyunlara geldi.
- Nart Hudımıj, herkes oyununu görmek istiyor, diyerek hatiyak’o (хьатияк1о;şölenin yöneticisi) kendisini çağırdı.
- Olur, oynayayım, dedi Hudımıj. Ancak çok hafifim, omzuma bir ağırlık bastırmadan olmaz bu iş.

Nart Hudımıj topluluktan ayrıldı, onarım için birinin getirdiği ve atölye kapısında duran dört çift öküz koşulu bir sapanı atölyenin içine aldı, kapıyı kapattı. Omzunda bir yük olmadan oynayacak olursa, bir kazaya yol açmasından çekindiği için, sekiz öküz koşulu sapanla birlikte demirci atölyesini, olduğu gibi omzuna alıp oyun yerine döndü, elbisesiz ya da ayakkabısız oynayacağından daha iyi bir biçimde oynamaya başladı. Yınıjların şaşkın bakışları altında Hudımıj, oynadığı yeri oluklu bir daire biçiminde göğsüne değin oymuştu.
- Çok güzel, çok güzel! Sen kazandın Hudımıj, sağol, diyerek hatiyak’o kendisini durdurdu.

Hudımıj, hiçbir şeyi bozmadan demir atölyeyi yerine götürdü, kapısını açıp sekiz öküz koşulu sapanı dışarı çıkardı.

Nart Hudımıj’ın daireler çizerek oynadığı yer, önceleri köy kıyısında idi, şimdiyse Kunçıkohabl (Къунчыкъохьабл) köyünün orta yerinde bulunmaktadır. Ortası tümsek, tümseğin kenarları ise çukur biçimindedir, gidenler görebilirler. Buraya hala “Nart Hudımıj’ın Oyun Yeri” derler.

NOT: Bu Bjedugh teksti 1887’de Adigey’in Askalay köyünde doğan usta öykü anlatıcısı ve demirci İsmail Beretar tarafından, 23 Kasım 1951’de Asker Hadeğal’a yazdırıldı
İsmail Beretar
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız

Debet Gökyüzünde Demircilik Yapıyor

Yıldızlar, güz sonunda, Kasım ve Aralık aylarında çok kayarlar. Onlar aslında Nartlann demircisi koca Debet'in demir döverken çıkardığı kıvılcımlardır. Gökyüzünde önceden yıldızların olmadığı zamanlar olmuş. O zamanların, devirlerin geceleri çok karanlık oluyormuş. Böyle karanlık gecelere "zifiri karanlık geceler" denirmiş. O devirlerde Nart oğulları yeryüzünde aslanlarla, kaplanlarla, dev yaratıklarla, orman devleriyle, cinlerle savaşıp geziyorlarmış.
Ağaçları sökerek, kayaları devirerek, taşları kaldırarak güçlerini sınarlarmış. Nartların içinde, yiğitliği meşhur, Debet adında bir Nart varmış. O her şeyin dilini biliyormuş. Anlatılanlara göre, Debet, Nartlar ile istişare edip, Karmur Dağlarına gitmiş. O burada taşların her türlüsünü alıp, eliyle sıkıp denerken, bir siyah, ağır ve parlak taşı sıktığında, ondan demir damlaları akmış. Debet'e, güneş tanrısı, demir madenini hamur gibi yumuşatmış.
Debet, geri dönüp, Nart yurdunda, Nartlara olan biteni anlatıp, onlara o demir madenini taşıtmış, toplatmış. Sonra, yere kuyu kazıp, eliyle o taşlan sıkıp, ona (kuyuya) akıtıp, (kuyunun içinde demir madeninden) bir yüksek tepe yapmış. kinci dolaşıp (sonra) demiri dövmek için bir tokmak yapmış. O tokmağı çekiç olmuş. ki yılanın birbirleriyle didiştiğini görüp bundan esinlenerek demiri tutmak için maşa (demirci maşası) yapmış. Bizon derisinden körük yapıp, üfleyip, kömür ateşi yakıp, taşları ateşte eritmiş. Taşları ateşte eritip, demiri ayırdıktan sonra, Nartlara kılıçlar, oklar, savaş baltaları, günde yüz tane kılıç yapmış. Onları, dağdan çıkan bir kızıl kaynak suyu ile sertleştirmiş. G kaynak suyuna "Bora Savdan " demişler.
Debet demirleri döverken, onun demirden sıçrayan kıvılcımları gökte yapışıp yıldızlar olmuşlar. Karanlık geceler de artık aydınlığa dönmüşler. Debet, yeryüzünde, Nartlann demir işlerini bitirip, Nartlar (Debet'e yapacak bir) iş bulamayınca, "Ben işsiz-güçsüz yeryüzünde duramam" deyip, kanatlı bir araba yaparak gökyüzüne gitmiş derler.

Savsırıko ile Dev (САУСЫРЫКЪОРЭ ИНЫЖЪЫМРЭ)

Savsırıko'nun başka bir yerde, seferde olduğu bir sırada devler (иныжъ) saldırıya geçip Nartların mallarını yağmaladılar. "Savsırıko döndüğünde ne gerekiyorsa onu yaparız" diyerek Nartlar, uzun bir süre beklediler ama Savsırıko’nun dönüşü gecikti,bunun üzerine Nartlar , "Böyle oturup durmakla olmaz bu iş" diyerek toplandılar ve yola koyuldular.
Bir süre sonra Savsırıko da döndü.
- Anne, bana yiyecek bir şey ver, dedi.
- Sen mide davasındasın, oysa devler bizi basıp her şeyimizi götürdüler. Nartlar da "mallarımızı kurtaralım" diyerek yola çıktılar, kendilerinden hiçbir haber alamadık.
- Annemiz, o işe bir çözüm buluruz,sen hele bana bir şeyler hazırla da karnımı doyurayım bir, diyerek karşılık verdi Savsırıko annesine.
Bir parça soğuk kaçamağın (п1эстэ чъы1э) üzerine biraz biber sosu/acıka (щыбжьи щыгъу) sürüp Savsırıko'ya verdi.
Savsırıko karnını doyurdu, "Annemiz ömrümce bundan daha lezzetli birşey yemiş değilim, beni mutlu ettin" diye elini ağzını yıkadı, atı Thojıy’e (Тхъожъый) atlayıp yola koyuldu. Nartlar Koydana'ya (Къойданэ) (1) henüz ulaşmışlardı ki,korkunç bir tipiye yakalanmışlardı, daha ileriye gidemeyecek ya da geriye dönemeyecek biçimde ıssız kırda (ижъыгу) umarsız,kısılıp kalmışlardı. Uzun Sakallı Nesren Jak'e (Насрэн Жэк1э К1ыхьэ) de kafilenin başındaydı, sormaya başladı:
- Yımıs (Имыс), ateşin var mı?
- Yok.
- Sosım, senin ateşin var mı?
- Ateşim yok.
- Ya senin, Hımış (Хъымыщ)?
- Benim de yok.
- Aşemez?
- Yanıma ateş almayı unutmuşum.
Nartların hiçbirinde ateş yoktu. Bunun üzerine "Uğursuz bir yolculuğa çıkmış olduk" dedi Uzun Sakallı Nesren Jak'e. Gencimiz de yaşlımız da yolun sonuna gelmiş sayılırız, bu ıssız kırda donup gideceğiz demek. Aptallığımıza doymayalım, adı duyulunca düşmanın ödünün patladığı bir atlı olan, sürekli üstün gelen, kargısı bağışlamaz,sivri uçlu miğferi (тандж) de bir kılavuz yıldızımız gibi bizim için ışıldayan, yiğitliği bir zırh gibi pek olan, yayına taktığı oklarını fırtına ile yarıştıran ve zor duruma düşenlerin imdadına yetişen yağız delikanlımız Savsırıko yanımızda olmadan ne diye yola çıktık ki!?" dediler.
Nartların morali sıfıra inmişti, kendilerini artık kaderin eline terk etmişlerdi.
Thojıy rüzgarla yarışacak denli hızlı bir attı, Nartların bir haftada aldığı yolu,bir günde alırdı, bu nedenle Savsırıko, Koydana'ya kısa sürede ulaşmıştı. Nartlar bir baktıklarında, soğuk kara sisin içinde,ilerideki bir tepenin üzerinde bir atlının şahlanmakta olduğunu gördüler.
"Bu gelen kişi, görünümüyle Savsırıko'ya benziyor, bizi kurtaracak" diye sevindiler Nartlar ve hemen seslendiler.
- Hoş geldin, yaman savaşçımız, ünlü kılavuzumuz, bu karanlık gecenin soğuğu içinde ölmek üzereyiz, elinden geliyorsa hemen bizim için büyük bir ateş yak da iyice bir ısınalım,dediler.
- Uğurlu yolculuklar size, Nartlar, Tha/Tanrı yardımcınız olsun. Hangi atlı yanına ateş almadan yola çıkıyor ki? Bende ateş değil,bir kıvılcım bile yok, yanımda hiç ateş taşımam. Çünkü benim vücudum çelik, soğuktan etkilenmem. Yine de siz umudunuzu yitirmeyin, her nerede olursa olsun bulur getirir, size bir ateş yakarım, dedi Nartlara Savsırıko.
Savsırıko okluğundan bir çelik ok aldı, fırlatıp gökyüzündeki bir yıldızı vurup yere düşürdü. Nartlar sırtlarını yıldıza dönüp ısınmaya çalıştılar, ama yıldız kıvılcımlar saçarak dağıldı,söndü.
"Olacak şey değil bu" diyerek Savsırıko atı Thojıy’e binip Haram Oşha (Хьарам 1уашъхьэ) (2) tepesine tırmandı, uzaktaki bir tavtaş (тауташ) (3) içinde, etrafı sık dikenlerle çevrili bir sarayın bulunduğunu ve oradan yükselen zayıf dumanların bulutlara karışmakta olduğunu gördü. Atını oraya doğru sürdü,vardığında yedi sıra sivri dikenlerle çevrili bir bahçenin içinde bir devin sarayının bulunduğunu gördü. Koca bir ağaç tomruğu ile yarılmış odunları üst üste koyup tutuşturmuş ve koca bir ateş yakılmıştı,ateşin üzerine asılmış olan bir kazanın içinde bir dananın pişmekte olduğunu gördü. Alnı üstünde tek gözü görünen kocaman bir dev başını bir ağaç kütüğüne yaslamış, dizlerini hafifçe göğsüne doğru çekmiş, kendini ateşin sıcaklığına vermiş halde uyumaktaydı. Bir ön dişi eksikti.
"Thojıy, bu başımıza geleni görüyorsun, Nartlara ateş gerek. Ne yapacağız şimdi?" diye sordu Savsırıko, Thojıy’e.
Eğerimin altındaki keçeyi çıkar ve bana keçeden patikler (упк1э цуакъэ) hazırla. Tilki gibi, sincap gibi ateşe yaklaşacağım, dizlerimin üzerine çökeceğim, sen de ateşteki en küçük odunu al,oradan hemen uzaklaşalım, dedi Thojıy.
Savsırıko,Thojıy’ın dediği gibi yaptı. Thojıy bir toz bulutu gibi havaya doğru kendini savurdu,rüzgar gibi de uçtu ve ateşin yakınına ulaştı. Thojıy dizleri üzerine çöktü. Savsırıko ise, küçüğünü alayım derken şaşrıp en büyük odun yarmasını aldı, odundan saçılan kıvılcımlar devin kaşlarını yaktı ve onu uyandırdı. Uyandığında tek gözünü açtı ve ateşe koymuş olduğu odunları bir bir saydı, içlerinden birinin çalındığını anladı. "Kim miş bu benim ateşimi çalan köpeğin dölü?" dedi ve kızgınlığından deliye döndü dev. Yattığı yerden kolunu bahçe dışına uzattı, orayı burayı eşeledi karıştırdı,yedi yerin yolunu araştırdı. Yedi gün ve yedi gece boyu bir uzaklığa ulaşmış olan Savsırıko’yu bir ırmağın kıyısında yakaladı ve atı ile birlikte yanına getirdi. Ateşinden çalmaya kalkışan bu kişiyi şaşkın şaşkın gözlerken, onun çelikten biri olduğunu anladı. ”Küçücük biri de olsa bu kişi çok sağlam birine benziyor, çelikten, düşmüş ön dişimin yerine koyabilirim” onu dedi kendi kendine, ardından düşmüş dişinin yerine Savsırıko’yu koydu. Savsırıko da hızla kılıcını çekip devin diş etini kesmeye başladı. Dev bu acıya dayanamadı, Savsırıko’yu dışarıya tükürdü,ardından bağırdı:

- Beni dinle ateş hırsızı küçük Nart, benim ölümüm Setenay oğlu Savsırıko l’ehus’un (л1эхъус;yiğit) elinden olacakmış. Nartlar bize karşı hep onu öne çıkarıyorlar, at binen Nartlar içinde onu geçecek bir yiğidin bulunmadığı söyleniyor. Onun zayıf yanlarını (ш1эгъо-ш1ап1э) bana anlatırsan seni bırakırım.
- Ben karşı dağın eteğinde yaşayan Nartların basit bir at ve sığır çobanıyım, dediğin kişiyi görmedim, ama ona ilişkin anlatılan bazı şeyleri duydum, Savsırıko’nun nerede yaşadığını bilmiyorum ama ona ilişkin olarak duyduklarımı sana anlatabilirim, diye karşılık verdi tek gözlü deve Savsırıko.
- Küçük Nart, Savsırıko’nun nerede olduğunu bilmiyorsun,peki,onun oyunlarını/yaptığı şeyleri bana göster.
Bu sözler Savsırıko’yu rahatlattı ve gülümseyerek onu yanıtladı.
- Savsırıko’nun oyunlarını oynayabilecek başka bir Nart olmadığı, onu bir devin bile alt edemeyeceği söylenir.
- Lafı ağzında geveleyip durma, seni gibi tipsiz bücür çoban seni, sen bana Savsırıko’nun nasıl oynadığını bir anlat da, onu alt edip edemeyeceğimi bana bırak, o iş senin işin değil! diyerek çok kızmış bir halde Savsırıko’ya bağırdı.
- Nartların Savsırıko dedikleri kişinin en sevdiği oyunlardan biri saban demirini ocakta iyice ısıtıp ağzının içine sokup soğutmakmış diyorlar, dedi Savsırıko.
- Ağzımın içi zaten tutuşmak istiyordu, iyi ki bana bunu anımsattın, dedi dev.
- Daha başka keskin dişli canşereh’i (4) (Джанщэрэхъ) dağ doruğundan attırıyor, alnıyla vurup geldiği yere,tepeye geri gönderiyor.
- Göster de göreyim, dedi dev.
Savsırıko canşerehi tepeden yuvarladı ama dev daha hızlı biçimde tepeye geri sürdü.
- Gerçekten güzel bir oyun bu. İştahımı daha da arttırdı, alnımı da biraz rahatlattı. Beğendim bu oyunu, ama daha zor bir oyunu yok muymuş onun,behey bücür çoban?
- Nartların söylediklerine göre, Savsırıko denen kişi ağzını açıyor ve ağzını atılan oklarla dolduruyormuş. Savsırıko bana mısın demeden bütün bu okları çiğneyip ağzından dışarı tükürüyormuş.
- Bir yap da deneyeyim, diyerek dev kocaman ağzını açıyor. Savsırıko devin ağzını attığı oklarla dolduruyor. Dev bütün okları ağzında ezip dışarıya tükürüyor. Alaylı biçimde konuşuyor:
- Nartların bücür çobanı! Doğru, bu da güzel bir oyunmuş. Diş etlerim biraz gıdıklanmış, dişlerim de temizlenmiş oldu. Bunu da beğendim, ama daha zor bir oyun bilmiyor musun?
- Nartların Savsırıko’su büyük bir leğup (kazan) dolusu kurşunu yedi gün yedi gece boyunca ateşte ısıtıp kaynatıyor. Erimiş kızgın kurşunun içine, sanki eğer üzerinde imiş gibi girip oturuyor, kurşun katılaşana dek de orada kalıyor, ardından hiçbir şey olmamış gibi gerinip katılaşmış kurşunu çatırdatarak parçalıyor ve içinden çıkıyor.
- Ben mi başaramayacak mışım onu? Erimiş kurşunun içine girmeye hazırım, diyor dev, ağzını açarak Savsırıko’ya bakıyor.
Nart genci kazanı asıyor, yedi gün yedi gece kurşunu kaynatıyor, dev erimiş kurşunun içinde oturuyor, içindeyken kurşunu soğutuyor, ardından bana mısın demeden sallanıp kurşunun içinden çıkıyor.
- Bu işten kazançlı çıktım, vücudum yüz kez daha katılaşmış, iştahım da iyice açılmış oldu. Bu oyunu da sevdim, peki daha zor bir oyunu yok muymuş Savsırıko’nun? Yoksa hazırlan, seni bir lokmada yutayım, dedi dev.
- Sen çok büyük ve çok güçlü bir devsin, hiç acele etme, Savsırıko’nun son bir oyunu daha kaldı, onu göstermeme izin ver. Yedi denizin birleşip birbirine karıştığı, dalgaların köpürdediği bir yerde, Savsırıko denen o kişi denize giriyor, ayakları deniz dibine değmeden, ağzına da deniz suyu değdirmden dikiliyor. Nartlar da büyülü nefeslerini (шхъуабз/ушхъухьабз) üfleyip denizi ve içindeki Savsırıko’yu donduruyorlar, yedi gün yedi gece boyunca onu öyle bırakıyorlar, ardından Savsırıko sırtını ve göğsünü gerip sallıyor ve buzları parçalayıp denizin içinden çıkıyor.
- Onu beceremeyecek biri miyim sanki, diyerek dev kızıyor.
Savsırıko yedi denizin karıştığı yere devi götürüyor. Savsırıko büyülü nefesiyle (шхъуабзэ) üfleyerek devi denizin içinde donduruyor.
- Yüklen buzlara, Yınıj! diye sesleniyor deve.
Dev çok güçlü idi, sırt ve göğsünü gerince buzu ç’ı-ç’ıç’ ettirerek çatlattı. Savsırıko bunun üzerine ürktü:”Hele bir dur, acele etme, bir noktayı unutmuş,eksik bırakmışım, suyun üzerine saman döküp donduruyor, üzerine de kar yağdırıyorlardı” deyince, dev de “Mademki öyle, sen de öyle yap” dedi. Savsırıko suyun üzerine saman döktü, üfürünce de büyük bir fırtına oluştu ve dondurucu bir soğuk ortalığı kapladı, yedi deniz buzla kaplandı, soğuk devi daha da dondurmuş ve karın altına gömmüş oldu.
- Haydi yüklen bakalım, Yınıj, çıkabilecek misin görelim’ diye deve seslendi. Dev kızmış, alnındaki damarlara kan yürümüş, damarları çatlayacakmış gibi kabarmış halde,bir bastırmış, buzları yarmaya çalışmış ama başaramamış.Tek gözünü açıp kapar halde buzun içinde çakılı kaldı.
Savsırıko kılıcını çekip başını boynundan kesip uçurmak için devin üzerine doğru yürüdü, ama dev öyle bir üfledi ki, Savsırıko’yu iki at günü yolu uzaklığına fırlattı.
Savsırıko arkadan yanaşıp kılıcıyla deve vurdu, ama bir şey yapamadı, bir kılını olsun kesemedi.
- Ben aptalın teki olmasaydım esmer ve eğri bacaklı oluşundan, kendine özgü davranışlarından ve kurnazca hareketlerinden senin Savsırıko olduğunu anlamam gerekirdi. Olan oldu artık, sen yendin beni, yapacağım bir şey kalmadı artık. Kılıcını boşuna köreltme, onunla beni öldüremezsin. Evime git, giriş kapısında asılı olan kılıcımı getir, işte onunla başımı kesebilirsin, dedi dev.
Savsırıko yola düştüğünde atı Thojıy (Тхъожъый) sordu:”Nereye gidiyorsun böyle” diyerek. ”Devi öldürmek için kılıcını almaya gidiyorum”, diye yanıt verdi Savsırıko. ”Onu öyle kolayca getiremezsin. O kılıç vurmaya ayarlıdır, sana zarar verir. İçeri girmeden önce içeriye bir odun parçasını atıp bir dene. Ardından Tlepş’in (Лъэпшъ;Demirciler Piri) maşası ile o kılıcı al, sapından tut, öyle yapman gerekir” dedi Thojıy.
Savsırıko Thojıy’e atlayıp Tlepş’in yanına gidip maşasını aldı. Kapıyı açıp içeriye bir iri odun parçası attığında, devin kılıcı asılı olduğu yerden fırlayıp odunu vurdu. Savsırıko kılıcı tutmak istediğinde kılıç saldırıya hazırlandı. Maşanın yardımıyla kılıcı sapından yakaladı.
Savsırıko’nun kılıcı getirip döndüğünü gören devin son umudu da yok oldu:”Kılıcımın seni öldürmesini, bu yolla kurtulabilmeyi ummuştum, ama artık sonum/ecelim (хьадэгъу) geldi” diyerek dev alabildiğine bir bağırdı.
- Başımı kestiğinde gırtlak borumdan (къурбэчый) üç iri bağırsak çıkacak, üçünü sarıp bir kemer yaparsan benim gücüm seninkine eklenmiş olur, artık seni hiçbir Nart ve dev alt edemez, dedi.
- Senin anlatacağın masalları dinlemeye gelmedim buraya, seni öldürmeye ve arkadaşlarıma da ateşi yetiştirmeye geldim, diyerek devin başını uçurdu. Üç bağırsağı kılıcının ucuyla çıkarıp yanına aldı. Sırtı aşacaklarında, ”Ne yapacaksın bu bağırsakları?” diye sordu Thojıy. ”Onlarla güzel bir kemer yapmayı düşünüyorum, başka şeyler de yapabilirim” diye yanıtladı Savsırıko Thojıy’ı.
- Öyleyse, önce bu bağırsakları şu öndeki ağaca sar da bir görelim ne olup olmadığını, dedi Thojıy.
Bağırsaklar ağacı ikiye ayırdı.
Nartların mallarını yağmalatan devin işini bitirdikten sonra Savsırıko, ateşi getirip döndü. Döndüğünde Nartları umutsuzluğa kapılmış,vücut ısılarıyla ısınmak için üst üste yığılmış halde buldu. Üsttekiler soğuktan donmuşlar, alttakiler de ezilmişlerdi, sadece ara yerdekiler yarı canlı kalmışlardı.
Savsırıko büyük bir ateş yaktı:”Isının, herkes bir yerini ısıtabilir” dedi. Biri “ayak parmaklarım” dedi, bir diğeri “ellerim” dedi, bütün Nartlar sonunda ısındılar.
- Nartlar, şimdi gidelim, hayvanlarınızı kurtaralım, dedi Savsırıko ve birlikte yola koyuldular. Devler ülkesine ulaşınca, Savsırıko bir elçi gönderdi.
- Beni Nart Savsırıko gönderdi, Nartlardan yağmaladığınız hayvanların ve her şeyin eksiksiz geri verilmesini istiyor, devlerin kolenıj’ı (къолэныжъ) (5) ile su üzerinde yüzen ayakkabısını (псыщык1о цуакъ) ve deri yemek sofrasını (шъо 1энэжъ) da ek olarak istiyor, dedi elçi.
- Tavtaş’da (Тауташ) oturan devlerin güçlü pehlivanını Savsırıko bir gidip görüversin,ona yalvarsın, diye karşılık verdiler devler.
Bu yanıt üzerine Savsırıko:”Sizin pehlivanınızın yedi canını biraz önce çıkarmış bulunuyorum, sıra şimdi sizde” diye haber gönderdi.
- Sen öyle san, Nart Savsırıko, bizim pehlivanımız seni bir üfürmesi ile öteki dünyaya yolcu eder, diye yanıt verdiler devler.
Savsırıko öldürdüğü devin kılıcı ile devlere saldırdı. Üç gün üç gece boyunca devlerle çarpıştı. Kan buharı içinde akıttığı dev kanından ırmaklar içinde uçurduğu dev kelleleri yüzüyordu. Böylesine büyük bir savaş verdi. Yiğitlik ve zafer Savsırıko’nun oldu. Devler umutsuzluğa kapılıp yola geldiler.Devler, Nartlardan yağmaladıkları malları geri verdiler, kolenıj, su üzerinde yürümeyi sağlayan çizmeyi ve deri sofrayı da çaldıkları mallara eklediler.
- Nartları yağmayanlara yapacağım şey budur, diyerek Savsırıko Nartların mallarını topladı ve Nartlarla birlikte geri döndü.
- Savsırıko, günün yiğidi sensin, bizi kurtardın, bizi ailelerimize kavuşturdun, bu getirdiklerimizden beğendiklerini al, dediler Nartlar.
- Kolenıj, su üzerinde yürümeyi sağlayan ayakkabı ve deri sofrayı verirseniz alırım, diye yanıtladı Savsırıko Nartları.
- Daha başka bir şey istemiyorsan çok iyi, diyerek istediklerini Savsırıko’ya verdiler.
İçlerinden biri devlerden alınan şeylerin neye yaradığını bildiğinden “Bu uğursuz (мыгъо) getirdiklerimiz içinden en işe yarayanları kaptı” dedi.
Savsırıko beğendiklerini aldı ve evine döndü.
Not:20 Nisan 2010 günü yeniden gözden geçirilmiştir.
Dipnotlar:
1) Koydana (Къойданэ)-Nart destanında adı geçen bir yer.
2) Haram Oşha (Хьарам 1уашъхь)-Nart öykülerinde adı geçen bir tepe. ”Yasak Dağ” anlamında.
3) Tavtaş (Тауташ)-Dar ve derin dağ vadisi.
4) Canşarah (Джанщэрэхъ)-Nartların oyun oynadığı keskin dişleri olan büyük tekerlek.
5) Kolenıj (Къолэныжъ)- Devlere ait alacalı bir eşya olmalı.
Kaynak: Okuma Kitabı 6 (Литэратурэм реджэнхэу тхылъ 6), Maykop, 1989.
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder