24 Aralık 2019 Salı

CİNLERİN ŞEHRİ NUSAYBİN: GIRNAVAZ














                           Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                              Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu


                 Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                     Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu




                      Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                        Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu


                       Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu




                           Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                                     Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



CİNLERİN ŞEHRİ NUSAYBİN: GIRNAVAZ

Nusaybin şehrinin tarihine ve ismine baktığınızda yaklaşık 7000 yıllık bir tarihin üzerine kurulu olduğunu, aynı ismi de son 4000 yıldır kullandığını görürsünüz. Nusaybin şehrinde yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalarda, yerleşimin Halaf döneminde başladığı ve Assur İmparatorluğu döneminde, yani MÖ 2. ve 1. binde, Naşipina olarak zikredilen bir kent olduğu anlaşılmıştır.

Şehrin antik çağlardaki yerleşim alanı iki farklı merkezde gelişmiştir. Bu merkezlerden ilki Nisibis Höyük’tür ve günümüz Nusaybin şehrinin güneyinde, Suriye ülkesi sınırları içindeki Kamışlı şehrinin ise kuzeyinde bulunmaktadır. Bu alanın büyük bir kısmı, günümüz Türkiye-Suriye sınırını teşkil eden ve NusaybinSuriye Sınır Kapısı’nın da bulunduğu mayınlı saha içerisinde kaldığından gezilememektedir. Sadece Kamışlı kısmında kalan güney etekleri yasaklı olmadığından araştırmacılar tarafından incelenebilmiştir. Nisibis Höyük, ikinci antik yerleşim alanımız olan Gırnavaz’dan daha eski bir yerleşimdir. Günümüzde alanı ziyaret ettiğinizde, sınır kapısının hemen doğu yakasında bulunan ve Roma dönemine tarihlenen sütunları ve harabeleri görmeniz mümkündür. Halk arasında bu yerin, eskiden Mezopotamya’nın en büyük okullarından biri olan ve Mor Yakup tarafından kurulan Nusaybin Okulu’nun kampüs girişi olduğuna inanılır. Nusaybin Okulu ve Mor Yakup’un hayatı başlı başına ayrı bir konudur. Bu konuya Mor Evgin ve Zeynel Abidin’i anlattığımız bölümde tekrar değineceğiz. Bu görünen sütunlar halk arasında o kadar benimsenmiştir ki, Nusaybin Belediyesi’nin logosundan bazı yerel firmaların amblemlerine kadar birçok yerde karşımıza çıkmaktadırlar

Harabeleri takip edip doğuya doğru biraz daha devam ederseniz, çevresine göre daha yüksekte kalan ve Çağ Çağ Çayı’nın kıyılarına kadar gelen bir tepe görürsünüz. Çağ Çağ Çayı, Nusaybin-Midyat ilçeleri arasında Beyaz Su ve Kara Su denilen iki su kaynağının birleşmesi sonucu ortaya çıkan ve doğduğu yerden Nusaybin’e kadar 25 kilometrelik bir mesafe kat edip Nusaybin ilçesinin içinden geçerek, bu bahsettiğimiz tepelik alanda Suriye topraklarına inen bir su kaynağıdır. Nusaybin ve çevre ilçeler için en gözde mesire ve piknik alanı olan bu vadi, aynı zamanda bölgenin sebze ve meyve deposudur. Cevizleri, narları, üzümü ve son olarak da tadına doyulmayan alabalıkları ile yazın kavurucu sıcağında herkesin sığındığı bir vaha gibidir. Halk arasında Newala Bunîsra (Bunisra Vadisi) olarak bilinen bu vadi, aynı zamanda bir çok antik kale, kervansaray ve arkeolojik yerleşim alanına da ev sahipliği yapmaktadır. Bunisra Vadisi’ni oluşturan Çağ Çağ Çayı, Suriye’nin Haseke şehrinde Habur Nehri ile birleşir. Bu iki nehir daha sonra Suriye’nin Deyr el-Zor şehrinde Fırat Nehri’ne dökülür. Nehrin Suriye topraklarına geçtiği alanda bulunan tepeye halk arasında Kürtçe Girkê Cihûya denmektedir. Türkçe tercümesi Yahudi Tepesi’dir. Bu bilgi, bize bu alanın yakın zamana kadar Nusaybinli Yahudiler tarafından mesken alanı olarak kullanıldığını göstermektedir.

Nisibis Höyük’ün büyük bir bölümü, yeni Nusaybin yerleşim alanının altında kalmıştır ve Höyük’ün kabaca 200 hektarlık bir alanı kapladığını söylemek mümkündür. Kanaatimizce bu alan, 7000 yıl boyunca Nusaybin’in yaşamına kesintisiz olarak şahitlik yapmıştır. İkinci antik yerleşim alanımız olan ve asıl konumuzu teşkil eden Gırnavaz’ın tarihi ise çok daha sonra, MÖ 4. binde başlar.

 Gırnavaz, Nisibis Höyük’ün yaklaşık olarak 5 kilometre kuzeyinde, yeni Nusaybin yerleşiminin ise içinde kalacak kadar yakınında (Nusaybin Otogarı, alanın 1 kilometre kuzeyindedir), TurAbdin Dağları’nın eteklerinde ve Çağ Çağ Vadisi’nin düzlüklerle birleştiği alanda bu çayın hemen güneybatı kıyılarında bulunmaktadır. Alan, 1982 senesinde Prof. Dr. Hayat Erkanal tarafından Mitanniler’in kayıp başkenti Waşugani olabileceği şüphesi ile kazılmaya başlanmış, çalışmalar 1991 senesinde sonlandırılmıştır. 25 metre yüksekliğinde, 250 metre çapında olan bu küçük tepede, ilk yerleşimler MÖ 4. binde başlar. Yapılan bilimsel kazılarda, MÖ 4. binden Roma dönemine kadar tarihlenen birçok buluntu ele geçmiştir. Bunlardan en dikkat çekici olanları, MÖ 3. bine tarihlenen ve V. Nineve (Nineve V) dönemine denk gelen yönetici mezarları ve GeçAssur, yani MÖ 9. yüzyıla tarihlenen çivi yazılı tabletlerdir. Mardin Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu tabletlerden bir tanesi, o döneme ait bir bahçe satış senedi ve tapudur. Tapu senedinde, bahçe tarif edilmekte ve bahçenin ağaçlarının üzerindeki meyvelerle birlikte satıldığı belirtilmektedir. Gırnavaz’ı ziyarete gittiğinizde, müzede sergilenen çivi yazılı tablette anlatılan bu bahçeleri ve meyve ağaçlarını görmeniz mümkündür

Gırnavaz isminin kökeni hakkında çok farklı rivayetler vardır. Bunlardan birine göre, Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında (MS 8. yüzyıl), Ebu Navaz adında sivri dilli bir şair Nusaybin’e sürgün edilmiştir. Nusaybin halkı, bu sürgün şairi çok sevmiş, ve Ebu Navaz’ın adını Nusaybin’de yaşadığı yere vermiştir. Navaz’ın Nusaybin’e olan sevgisini ve bağlılığını şiirlerine yansıttığı da söylenmektedir. Kesin olmayan bir kaynaktan aldığımız bir bilgiye göre, aşağıdaki dizeler Ebu Navaz’ın Nusaybin için yazdığı şiirlerden birine aittir:

 Hiç iltifat etmedi bana Nusaybin

Hâlbuki sevdalıydım ben ona

Eğer olacaksa dünyada bir nasibim

Vatan olsun yeter bana Nusaybin

Başka kaynaklarda ise, Nusaybin’de ölen Ebu Navaz bu tepeye gömüldüğü için Kürtçe’de “Navaz’ın Tepesi” anlamına gelen Gırnavaz isminin buraya verildiği aktarılmaktadır. İsim kökeni hakkındaki tartışmalar süredursun, gelin biz bu tepenin ve Nusaybin’in cinler ile olan ilişkisine değinelim.

Sadece Mardin bölgesinde değil, daha birçok yerde Nusaybin deyince insanların aklına tarih ve elbette ki cinler gelir. Peki, nedir bunun sebebi? İnsanlar, Nusaybin şehri ve cin kavramını neden aynı anda kullanır ve buna inanırlar? Bu soruların cevabını ararken çok eskilere gitmek gerekir. Mitosların yazıldığı çağlarda, Nusaybin gibi mistik varlıklara sahip birçok yerden söz etmek mümkündür

Gılgamış Destanı’nda ölümsüzlüğü arayan kralın bulduğu Dilmun Adası (ki bu mitosu Şahmaran öykümüzde daha detaylı anlatacağız); Hz. Süleyman’ın hükmettiği alemler ve daha niceleri.

Nusaybin’in cinlerle ilişkisine dair ilk veriler, MS 7. yüzyıldaki Hz. Muhammed dönemine denk gelse de, dinler tarihinde ve sosyal hayatta cinlerin çok daha eskilere dayandığını bilmekteyiz. Eski Mezopotamya ve batılı pagan dinlerinde bahsi geçen ve insan üstü veya garip yaratıklar olarak zikredilen cinler, kutsal kitaplardan Tevrat ile birlikte tek tanrılı dinlerde de anlatılmaya başlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in Neml Suresi’nin 17. ayetinde, tüm alemlerin ve canlıların dilini bilen ve onlara hükmeden Hz. Süleyman’dan söz edilirken; “Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları onun önünde toplandı. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardı,” denmektedir. Bu alıntıdan hareketle, cinlerin, sosyal hayat ve inanışlar kadar, dinlerde de kendilerine yer bulduklarını söyleyebiliriz.

Cinlerin Hz. Muhammed ile karşılaşmaları ise, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde anlatılmaktadır:

De ki; “Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinleyip şöyle dedikleri bana vahyolundu. Biz harikulade bir Kur’an dinledik. O doğru yola iletiyor. Ona inandık. Artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (Cin Suresi: 72/1-3)

Bir başka surede ise:
Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere sana yönlendirmiştik. Gelip hazır olduklarında; “Susun” dediler. Kur’an tilaveti tamamlanınca da kavimlerine döndüler. “Ey Kavmimiz; Biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine uyun ve ona inanın ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi yakıcı azaptan korusun.” (Ahkaf Suresi: 46/29-33)

 Yukarıda da görüldüğü üzere, Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde, özellikle Hz. Muhammed ile ilgili olan kısımlarda, cinlerden söz edilmektedir ve onları İslamiyet’e davet eden kişi olarak da Hz. Muhammed’in kendisi gösterilmektedir. Nusaybin cinlerinin yazılı kaynaklarda ilk karşımıza çıkışı da Hz. Muhammed dönemine, yani MS 7. yüzyıla denk gelmektedir. Siyer ilminin önemli isimlerden biri olan İbn Hişam, Cin Suresi’yle ilgili rivayetleri, Hz. Muhammed’in Tâif’ten dönüşü çerçevesinde anlatmaktadır:
Hz. Muhammed, Tâif’ten umduğunu bulamadan üzgün ve kederli olarak dönmekteydi. Mekke’ye bir gecelik mesafeye gelince gecenin karanlığında (ortasında) namaza durdu. Açıktan (cehrî) olarak Kur’an kıraat etmeye başladı. Bunun üzerine bir grup cin okunan Kur’an’a kulak verdi, dinledi. Daha sonra da kavimlerine giderek onlara bu dinlediklerine tâbi olmalarını istediler.

Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’den yaptığı bu nakilde, İbn Hişam şu detayları da kaydetmektedir: “Bu cinler yedi kişi idiler ve Nusaybin cinleriydiler.”

  İslam bilgini Alkame bin Kays ise naklettiği bir rivayette, ilk Müslümanlardan (bazı kaynaklarda altıncı denmektedir) olan İbn Mesûd’a “Cin Gecesi” olarak bilinen geceye atıfta bulunarak o gece Hz. Muhammed ile olup olmadığını sorar. İbn Mesûd şöyle cevap verir:

Hayır. Ancak bir gece onu Mekke’de kaybettik. Her tarafta onu aradık, ama bulamadık. Acaba kendisine bir suikast mı yapıldı, yoksa onu cinler mi kaçırdı diye endişelendik. Çok kötü bir gece geçirdik. Nitekim gün ağarırken Hira Dağı tarafından çıkageldi. Kendisine nereye gittiğini sorduğumuzda bize şu cevabı verdi: “Bana cinlerin bir davetçisi geldi. Ben de gidip onlara Kur’an okudum.”

İbn Mesûd, birinci ağızdan Cin Gecesi’ni anlatmaya devam eder:

Rasûlullah (asv) sonra bizi cinlerle buluştuğu yere götürdü. Orada onların izlerini ve yaktıkları ateşlerin kalıntılarını bize gösterdi. Cinler o gece Hz. Peygamber’e (asv) neleri yiyip yiyemeyeceklerini sormuşlar, Rasûlullah da (asv) onlara, “üzerine Allah’ın adının anılarak kesilen hayvanların kemiklerinin ve deve atıklarının (gübresi) kendilerine helal olduğunu,” söylemiş. Rasûlullah (asv) bunu söyledikten sonra ashabına, “Bunlarla taharetlenmeyiniz. Onlar cin kardeşlerinizin azıklarıdır,” buyurmuştur.

 Birçok İslam bilimci, yukarıda adı geçen “Cin Gecesi”nin taraflarından olan bazı cinlerin geldikleri yerin, El Cezire’nin Nasibin veya Nusaybin şehri olduğunu kabul eder. Burada şöyle kısa bir açıklama yapmakta fayda vardır ki bu da, El Cezire isminin, 7. yüzyıldan sonra Arap coğrafyacılar tarafından Kuzey Mezopotamya için kullanıldığıdır. Bu coğrafi tanım, El Cezire bölgesinin doğu sınırlarını oluşturan Diyar-ı Rabia vilayetinin başkenti olarak zikredilen Nusaybin’i de içine almaktadır. Nusaybin’in cinler diyarı olarak anılmasının ve cinler gecesi ile ilişkilendirilmesinin sebebi ise, ilk gece Hz. Muhammed ile görüşmeye gelen ve Ahkaf Sûresi’nde zikredilen yedi cinden üçünün Harranlı, dördünün de Nusaybinli olduğunun yine birçok İslam alimi tarafından belirtilmiş olmasıdır. Bu cinlerin isimleri şöyledir: 1. Hayâ, 2. Hasâ, 3. Mesâ, 4. Şâsır, 5. Nâsır, 6. İbyân veya İnyât, 7. Ehkâm veya Ered

Buraya kadar yaptığımız anlatımda, Nusaybinli cinler Hz. Muhammed’e gidip, ondan Kur’an-ı Kerim’i dinleyip Müslüman olmuşlardır. Peki bu olan bitenin Nusaybin’deki Gırnavaz tepesi ile ilişkisi nedir? Bu sorunun cevabını Nusaybin’de yediden yetmişe kime sorsanız bulursunuz. Zira Gırnavaz, cinlerin mirlerinden olan Mir Osman’ın mezarının bulunduğu yerdir

Başta Nusaybin halkı ve Kuzey Suriye ve Kuzey Irak sakinleri de dahil olmak üzere bu bölgede yaşayan birçok kişi, Nusaybin’de bulunan bu tarihi ve arkeolojik alanın önemli bir şifa merkezi olduğuna inanır. Diğer birçok türbe ve yatırla ilgili inanışlarda da gözlemlendiği gibi, Gırnavaz’da özel bazı günler


kutlanmakta, özel seremoniler yapılmakta ve buranın belirli hastalıklara iyi geldiğine inanılmaktadır. Öncelikle şifa kısmına değinecek olursak, Gırnavaz özellikle zihinsel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başvurulan bir merkezdir. Zira, eski pagan dinlerden günümüze kadar gelen süreçte, zihinsel ve ruhsal bozuklukların her zaman için cinlerin (ki cin kelimesi genelde kullanılmaz, yaygın olarak “Üç Harfliler” veya “Bizden İyi Olanlar” olarak zikredilirler) insana musallat olmalarından kaynaklandıklarına inanılmıştır. İnsanlar, bu önemli yatırı ziyaret ettiklerinde Mir Osman’ın kendilerine acıyıp yardım edebileceğine ve kendilerine musallat olan cinleri kovabileceğine inanmaktadır. Bu ziyaretlerin gerçekleştiği gün ise, birçok yatırın aksine perşembe veya cuma günü değil, çarşamba günüdür. Bunun hakkında da bir iki kelam etmek gerekir. Bölge sakinleri ile yaptığımız görüşmelerde elde ettiğimiz en can alıcı bilgilerden bir tanesi, bu kutsal alana sadece Müslümanların değil, aynı zamanda Êzîdî ve Hristiyan Süryani halklarının da geliyor olduğudur. Konu kutsallık açısından incelendiğinde, çarşambanın aslında Êzîdîlerin kutsal günü olduğu görülmektedir. Özellikle bu günün seçilmesinde bizim bilmediğimiz bir neden var mıdır, bilinmez. Ancak, cinlerin varlığının ve bu alanın tüm dinlerce kabul görmesi, Mardin bölgesinde yaşayan farklı din ve kültürlerin karşılıklı etkileşimlerinin güzel bir örneğidir

Gırnavaz’da yapılan seremonilere değinecek olursak, tepeye çıkış genellikle kuzeyden olur. Bunun, araçların kuzey yönünden höyüğün yanına kadar çıkabiliyor olmaları dışında özel bir nedeni yoktur. Tepeye çıkmadan önce, aşağıda başka bir cine ait olan mezarda adak adayıp dilek ağacına birşeyler bağlayabilirsiniz. Burada genellikle, bir çaput bağlandığında var olan bir başka çaput da alınır. Çünkü, onlardan bir şeyi üzerinde taşıyan kişiye cinlerin yaklaşamayacağına inanılır. Gelen ziyaretçiler, dilerlerse burada konaklarlar. Yukarı çıkmadan önce, eşyalar aşağıda bırakılır. Tepeye genellikle sadece hastalar ve refakatçileri tırmanırlar. Bazen herkes hasta ile birlikte yukarı tırmanır. Hasta yukarıda kalırken diğerleri geri döner. Yukarı çıkarken yapılması gereken en önemli şey ise altı ya da yedi adet taşın dilek dilenerek üst üste konup sabitlenmesi işlemidir. Bu taşlarla yapılan minik kule yıkılmaz ise dileğin gerçekleşeceğine inanılır. Bu taş koyma geleneği, Musevilikten Aleviliğe birçok din, mezhep ve inançta mevcuttur

Yukarı varıldığında Mir Osman’ın mezarı ve çevresinde birçok halı, kilim, battaniye, yastık ve ağaçlara bağlanmış çaputlar görürsünüz. Yapılması gereken burada farklılık gösterir. Kimisi sadece dua eder. Hasta olan kişi de dua eder ve burada bir iki saat uyur. Bir diğer pratikte ise, önce mezarın etrafında türküler, şarkılar ve alkışlar eşliğinde dans edilir. Böylece cinlerin mutlu olması sağlanır. Ardından hasta dua eder ve bir iki saat uyur. Bu esnada aşağıda, Kürtçe’de nane şilîkî olarak adlandırılan ıslak ekmek yapılır, yemekler pişirilir ve orada olan herkese hayrına dağıtılır. Bu ilk ziyaretten sonra hastada bir iyileşme başlarsa bu döngü tekrarlanır. Hasta tamamen düzelir ise, bir mevlit okutulup herkese yemek verilir. Böylelikle, aile şükranlarını sunmuş ve ihtiyaç sahiplerinin yanında olduğunu göstermiş olur.

Bu anlatımla kısaca değinmeye çalıştığımız, Gırnavaz ve Nusaybin şehrinin, cin efsanesi gibi daha birçok destanın ve mitosun halen yaşandığı bir

yer olduğudur. Belki de bu mitos ve destanlardan dolayı evlerde halen, 7000- 8000 yıl öncesinden kalma gelenekleri yaşatan ritüeller görmek mümkündür. Bu ritüeller bazen evlerin damlarına yaban keçisi boynuzu asmak, bazen ateşin üzerine su dökerken dua etmek olarak karşımıza çıkabilmektedir. Aynı şekilde, ay tutulmalarında insanların gürültü çıkarıp tenekelere vurması, Sümerlerden günümüze kadar devam eden kutsal bir geleneğin, oyuna dönüşmüş halidir. Bundan dolayı, sonsuz bir yaşamın bahşedildiği varlıklar olan cinlerin mezarlarını, bin yılların izini taşıyan, binlerce hayata şahitlik etmiş ve bağrında saklamış olan Gırnavaz gibi bir yerde yapmalarından daha doğal ne olabilir ki? Bütün bunlara bir arada haiz kaç şehir vardır dünyada? Mardin’e gelen herkesin gidip görmesi, sokaklarında nefes alması ve dokunması gereken bir yer olarak Nusaybin, Mezopotamya tarihinin bir yansımasıdır

Kaynak
Efsanelerden Masallara MARDİN

                       Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu


                   Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu

                       Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                          Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                              Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



                       Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu


                           Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu



  
                Mehmet kara kalem cinler ile ilgili görsel sonucu

























































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder