CİNLERİN ŞEHRİ NUSAYBİN: GIRNAVAZ
Nusaybin şehrinin tarihine ve ismine baktığınızda yaklaşık 7000 yıllık bir tarihin üzerine kurulu olduğunu, aynı ismi de son 4000 yıldır kullandığını görürsünüz. Nusaybin şehrinde yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalarda, yerleşimin Halaf döneminde başladığı ve Assur İmparatorluğu döneminde, yani MÖ 2. ve 1. binde, Naşipina olarak zikredilen bir kent olduğu anlaşılmıştır.
Şehrin antik çağlardaki yerleşim alanı iki farklı merkezde gelişmiştir. Bu merkezlerden ilki Nisibis Höyük’tür ve günümüz Nusaybin şehrinin güneyinde, Suriye ülkesi sınırları içindeki Kamışlı şehrinin ise kuzeyinde bulunmaktadır. Bu alanın büyük bir kısmı, günümüz Türkiye-Suriye sınırını teşkil eden ve NusaybinSuriye Sınır Kapısı’nın da bulunduğu mayınlı saha içerisinde kaldığından gezilememektedir. Sadece Kamışlı kısmında kalan güney etekleri yasaklı olmadığından araştırmacılar tarafından incelenebilmiştir. Nisibis Höyük, ikinci antik yerleşim alanımız olan Gırnavaz’dan daha eski bir yerleşimdir. Günümüzde alanı ziyaret ettiğinizde, sınır kapısının hemen doğu yakasında bulunan ve Roma dönemine tarihlenen sütunları ve harabeleri görmeniz mümkündür. Halk arasında bu yerin, eskiden Mezopotamya’nın en büyük okullarından biri olan ve Mor Yakup tarafından kurulan Nusaybin Okulu’nun kampüs girişi olduğuna inanılır. Nusaybin Okulu ve Mor Yakup’un hayatı başlı başına ayrı bir konudur. Bu konuya Mor Evgin ve Zeynel Abidin’i anlattığımız bölümde tekrar değineceğiz. Bu görünen sütunlar halk arasında o kadar benimsenmiştir ki, Nusaybin Belediyesi’nin logosundan bazı yerel firmaların amblemlerine kadar birçok yerde karşımıza çıkmaktadırlar
Harabeleri takip edip doğuya doğru biraz daha devam ederseniz, çevresine göre daha yüksekte kalan ve Çağ Çağ Çayı’nın kıyılarına kadar gelen bir tepe görürsünüz. Çağ Çağ Çayı, Nusaybin-Midyat ilçeleri arasında Beyaz Su ve Kara Su denilen iki su kaynağının birleşmesi sonucu ortaya çıkan ve doğduğu yerden Nusaybin’e kadar 25 kilometrelik bir mesafe kat edip Nusaybin ilçesinin içinden geçerek, bu bahsettiğimiz tepelik alanda Suriye topraklarına inen bir su kaynağıdır. Nusaybin ve çevre ilçeler için en gözde mesire ve piknik alanı olan bu vadi, aynı zamanda bölgenin sebze ve meyve deposudur. Cevizleri, narları, üzümü ve son olarak da tadına doyulmayan alabalıkları ile yazın kavurucu sıcağında herkesin sığındığı bir vaha gibidir. Halk arasında Newala Bunîsra (Bunisra Vadisi) olarak bilinen bu vadi, aynı zamanda bir çok antik kale, kervansaray ve arkeolojik yerleşim alanına da ev sahipliği yapmaktadır. Bunisra Vadisi’ni oluşturan Çağ Çağ Çayı, Suriye’nin Haseke şehrinde Habur Nehri ile birleşir. Bu iki nehir daha sonra Suriye’nin Deyr el-Zor şehrinde Fırat Nehri’ne dökülür. Nehrin Suriye topraklarına geçtiği alanda bulunan tepeye halk arasında Kürtçe Girkê Cihûya denmektedir. Türkçe tercümesi Yahudi Tepesi’dir. Bu bilgi, bize bu alanın yakın zamana kadar Nusaybinli Yahudiler tarafından mesken alanı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Nisibis Höyük’ün büyük bir bölümü, yeni Nusaybin yerleşim alanının altında kalmıştır ve Höyük’ün kabaca 200 hektarlık bir alanı kapladığını söylemek mümkündür. Kanaatimizce bu alan, 7000 yıl boyunca Nusaybin’in yaşamına kesintisiz olarak şahitlik yapmıştır. İkinci antik yerleşim alanımız olan ve asıl konumuzu teşkil eden Gırnavaz’ın tarihi ise çok daha sonra, MÖ 4. binde başlar.
Gırnavaz, Nisibis Höyük’ün yaklaşık olarak 5 kilometre kuzeyinde, yeni Nusaybin yerleşiminin ise içinde kalacak kadar yakınında (Nusaybin Otogarı, alanın 1 kilometre kuzeyindedir), TurAbdin Dağları’nın eteklerinde ve Çağ Çağ Vadisi’nin düzlüklerle birleştiği alanda bu çayın hemen güneybatı kıyılarında bulunmaktadır. Alan, 1982 senesinde Prof. Dr. Hayat Erkanal tarafından Mitanniler’in kayıp başkenti Waşugani olabileceği şüphesi ile kazılmaya başlanmış, çalışmalar 1991 senesinde sonlandırılmıştır. 25 metre yüksekliğinde, 250 metre çapında olan bu küçük tepede, ilk yerleşimler MÖ 4. binde başlar. Yapılan bilimsel kazılarda, MÖ 4. binden Roma dönemine kadar tarihlenen birçok buluntu ele geçmiştir. Bunlardan en dikkat çekici olanları, MÖ 3. bine tarihlenen ve V. Nineve (Nineve V) dönemine denk gelen yönetici mezarları ve GeçAssur, yani MÖ 9. yüzyıla tarihlenen çivi yazılı tabletlerdir. Mardin Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu tabletlerden bir tanesi, o döneme ait bir bahçe satış senedi ve tapudur. Tapu senedinde, bahçe tarif edilmekte ve bahçenin ağaçlarının üzerindeki meyvelerle birlikte satıldığı belirtilmektedir. Gırnavaz’ı ziyarete gittiğinizde, müzede sergilenen çivi yazılı tablette anlatılan bu bahçeleri ve meyve ağaçlarını görmeniz mümkündür
Gırnavaz isminin kökeni hakkında çok farklı rivayetler vardır. Bunlardan birine göre, Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında (MS 8. yüzyıl), Ebu Navaz adında sivri dilli bir şair Nusaybin’e sürgün edilmiştir. Nusaybin halkı, bu sürgün şairi çok sevmiş, ve Ebu Navaz’ın adını Nusaybin’de yaşadığı yere vermiştir. Navaz’ın Nusaybin’e olan sevgisini ve bağlılığını şiirlerine yansıttığı da söylenmektedir. Kesin olmayan bir kaynaktan aldığımız bir bilgiye göre, aşağıdaki dizeler Ebu Navaz’ın Nusaybin için yazdığı şiirlerden birine aittir:
Hiç iltifat etmedi bana Nusaybin
Hâlbuki sevdalıydım ben ona
Eğer olacaksa dünyada bir nasibim
Vatan olsun yeter bana Nusaybin
Başka kaynaklarda ise, Nusaybin’de ölen Ebu Navaz bu tepeye
gömüldüğü için Kürtçe’de “Navaz’ın Tepesi” anlamına gelen Gırnavaz isminin
buraya verildiği aktarılmaktadır. İsim kökeni hakkındaki tartışmalar süredursun,
gelin biz bu tepenin ve Nusaybin’in cinler ile olan ilişkisine değinelim.
Sadece Mardin bölgesinde değil, daha birçok yerde Nusaybin deyince
insanların aklına tarih ve elbette ki cinler gelir. Peki, nedir bunun sebebi? İnsanlar,
Nusaybin şehri ve cin kavramını neden aynı anda kullanır ve buna inanırlar? Bu
soruların cevabını ararken çok eskilere gitmek gerekir. Mitosların yazıldığı çağlarda,
Nusaybin gibi mistik varlıklara sahip birçok yerden söz etmek mümkündür
Gılgamış Destanı’nda ölümsüzlüğü arayan kralın bulduğu Dilmun Adası (ki
bu mitosu Şahmaran öykümüzde daha detaylı anlatacağız); Hz. Süleyman’ın
hükmettiği alemler ve daha niceleri.
Nusaybin’in cinlerle ilişkisine dair ilk veriler, MS 7. yüzyıldaki Hz.
Muhammed dönemine denk gelse de, dinler tarihinde ve sosyal hayatta cinlerin
çok daha eskilere dayandığını bilmekteyiz. Eski Mezopotamya ve batılı pagan
dinlerinde bahsi geçen ve insan üstü veya garip yaratıklar olarak zikredilen cinler,
kutsal kitaplardan Tevrat ile birlikte tek tanrılı dinlerde de anlatılmaya başlanmıştır.
Kur’an-ı Kerim’in Neml Suresi’nin 17. ayetinde, tüm alemlerin ve canlıların
dilini bilen ve onlara hükmeden Hz. Süleyman’dan söz edilirken; “Süleyman’ın,
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları onun önünde toplandı.
Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardı,” denmektedir. Bu alıntıdan hareketle,
cinlerin, sosyal hayat ve inanışlar kadar, dinlerde de kendilerine yer bulduklarını
söyleyebiliriz.
Cinlerin Hz. Muhammed ile karşılaşmaları ise, Kur’an-ı Kerim’de şu
şekilde anlatılmaktadır:
De ki; “Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinleyip şöyle dedikleri bana
vahyolundu. Biz harikulade bir Kur’an dinledik. O doğru yola iletiyor. Ona inandık.
Artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (Cin Suresi: 72/1-3)
Bir başka surede ise:
Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere sana
yönlendirmiştik. Gelip hazır olduklarında; “Susun” dediler. Kur’an tilaveti
tamamlanınca da kavimlerine döndüler. “Ey Kavmimiz; Biz Musa’dan sonra
indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola götüren bir
kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine uyun ve ona inanın ki, Allah
günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi yakıcı azaptan korusun.” (Ahkaf
Suresi: 46/29-33)
Yukarıda da görüldüğü üzere, Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde, özellikle
Hz. Muhammed ile ilgili olan kısımlarda, cinlerden söz edilmektedir ve onları
İslamiyet’e davet eden kişi olarak da Hz. Muhammed’in kendisi gösterilmektedir.
Nusaybin cinlerinin yazılı kaynaklarda ilk karşımıza çıkışı da Hz. Muhammed
dönemine, yani MS 7. yüzyıla denk gelmektedir. Siyer ilminin önemli isimlerden
biri olan İbn Hişam, Cin Suresi’yle ilgili rivayetleri, Hz. Muhammed’in Tâif’ten
dönüşü çerçevesinde anlatmaktadır:
Hz. Muhammed, Tâif’ten umduğunu bulamadan üzgün ve kederli
olarak dönmekteydi. Mekke’ye bir gecelik mesafeye gelince gecenin karanlığında
(ortasında) namaza durdu. Açıktan (cehrî) olarak Kur’an kıraat etmeye başladı.
Bunun üzerine bir grup cin okunan Kur’an’a kulak verdi, dinledi. Daha sonra da
kavimlerine giderek onlara bu dinlediklerine tâbi olmalarını istediler.
Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’den yaptığı bu nakilde, İbn Hişam şu
detayları da kaydetmektedir: “Bu cinler yedi kişi idiler ve Nusaybin cinleriydiler.”
İslam bilgini Alkame bin Kays ise naklettiği bir rivayette, ilk
Müslümanlardan (bazı kaynaklarda altıncı denmektedir) olan İbn Mesûd’a “Cin
Gecesi” olarak bilinen geceye atıfta bulunarak o gece Hz. Muhammed ile olup
olmadığını sorar. İbn Mesûd şöyle cevap verir:
Hayır. Ancak bir gece onu Mekke’de kaybettik. Her tarafta onu aradık,
ama bulamadık. Acaba kendisine bir suikast mı yapıldı, yoksa onu cinler mi kaçırdı
diye endişelendik. Çok kötü bir gece geçirdik. Nitekim gün ağarırken Hira Dağı
tarafından çıkageldi. Kendisine nereye gittiğini sorduğumuzda bize şu cevabı verdi:
“Bana cinlerin bir davetçisi geldi. Ben de gidip onlara Kur’an okudum.”
İbn Mesûd, birinci ağızdan Cin Gecesi’ni anlatmaya devam eder:
Rasûlullah (asv) sonra bizi cinlerle buluştuğu yere götürdü. Orada
onların izlerini ve yaktıkları ateşlerin kalıntılarını bize gösterdi. Cinler o gece Hz.
Peygamber’e (asv) neleri yiyip yiyemeyeceklerini sormuşlar, Rasûlullah da (asv)
onlara, “üzerine Allah’ın adının anılarak kesilen hayvanların kemiklerinin ve deve
atıklarının (gübresi) kendilerine helal olduğunu,” söylemiş. Rasûlullah (asv) bunu
söyledikten sonra ashabına, “Bunlarla taharetlenmeyiniz. Onlar cin kardeşlerinizin
azıklarıdır,” buyurmuştur.
Birçok İslam bilimci, yukarıda adı geçen “Cin Gecesi”nin taraflarından
olan bazı cinlerin geldikleri yerin, El Cezire’nin Nasibin veya Nusaybin şehri
olduğunu kabul eder. Burada şöyle kısa bir açıklama yapmakta fayda vardır ki
bu da, El Cezire isminin, 7. yüzyıldan sonra Arap coğrafyacılar tarafından Kuzey
Mezopotamya için kullanıldığıdır. Bu coğrafi tanım, El Cezire bölgesinin doğu
sınırlarını oluşturan Diyar-ı Rabia vilayetinin başkenti olarak zikredilen Nusaybin’i
de içine almaktadır. Nusaybin’in cinler diyarı olarak anılmasının ve cinler gecesi
ile ilişkilendirilmesinin sebebi ise, ilk gece Hz. Muhammed ile görüşmeye gelen ve
Ahkaf Sûresi’nde zikredilen yedi cinden üçünün Harranlı, dördünün de Nusaybinli
olduğunun yine birçok İslam alimi tarafından belirtilmiş olmasıdır. Bu cinlerin
isimleri şöyledir: 1. Hayâ, 2. Hasâ, 3. Mesâ, 4. Şâsır, 5. Nâsır, 6. İbyân veya İnyât,
7. Ehkâm veya Ered
Buraya kadar yaptığımız anlatımda, Nusaybinli cinler Hz. Muhammed’e
gidip, ondan Kur’an-ı Kerim’i dinleyip Müslüman olmuşlardır. Peki bu olan bitenin
Nusaybin’deki Gırnavaz tepesi ile ilişkisi nedir? Bu sorunun cevabını Nusaybin’de
yediden yetmişe kime sorsanız bulursunuz. Zira Gırnavaz, cinlerin mirlerinden olan
Mir Osman’ın mezarının bulunduğu yerdir
Başta Nusaybin halkı ve Kuzey Suriye ve Kuzey Irak sakinleri de dahil
olmak üzere bu bölgede yaşayan birçok kişi, Nusaybin’de bulunan bu tarihi ve
arkeolojik alanın önemli bir şifa merkezi olduğuna inanır. Diğer birçok türbe
ve yatırla ilgili inanışlarda da gözlemlendiği gibi, Gırnavaz’da özel bazı günler
kutlanmakta, özel seremoniler yapılmakta ve buranın belirli hastalıklara iyi
geldiğine inanılmaktadır. Öncelikle şifa kısmına değinecek olursak, Gırnavaz
özellikle zihinsel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başvurulan bir merkezdir.
Zira, eski pagan dinlerden günümüze kadar gelen süreçte, zihinsel ve ruhsal
bozuklukların her zaman için cinlerin (ki cin kelimesi genelde kullanılmaz, yaygın
olarak “Üç Harfliler” veya “Bizden İyi Olanlar” olarak zikredilirler) insana musallat
olmalarından kaynaklandıklarına inanılmıştır. İnsanlar, bu önemli yatırı ziyaret
ettiklerinde Mir Osman’ın kendilerine acıyıp yardım edebileceğine ve kendilerine
musallat olan cinleri kovabileceğine inanmaktadır. Bu ziyaretlerin gerçekleştiği
gün ise, birçok yatırın aksine perşembe veya cuma günü değil, çarşamba günüdür.
Bunun hakkında da bir iki kelam etmek gerekir. Bölge sakinleri ile yaptığımız
görüşmelerde elde ettiğimiz en can alıcı bilgilerden bir tanesi, bu kutsal alana
sadece Müslümanların değil, aynı zamanda Êzîdî ve Hristiyan Süryani halklarının
da geliyor olduğudur. Konu kutsallık açısından incelendiğinde, çarşambanın aslında
Êzîdîlerin kutsal günü olduğu görülmektedir. Özellikle bu günün seçilmesinde
bizim bilmediğimiz bir neden var mıdır, bilinmez. Ancak, cinlerin varlığının ve
bu alanın tüm dinlerce kabul görmesi, Mardin bölgesinde yaşayan farklı din ve
kültürlerin karşılıklı etkileşimlerinin güzel bir örneğidir
Gırnavaz’da yapılan seremonilere değinecek olursak, tepeye çıkış
genellikle kuzeyden olur. Bunun, araçların kuzey yönünden höyüğün yanına kadar
çıkabiliyor olmaları dışında özel bir nedeni yoktur. Tepeye çıkmadan önce, aşağıda
başka bir cine ait olan mezarda adak adayıp dilek ağacına birşeyler bağlayabilirsiniz.
Burada genellikle, bir çaput bağlandığında var olan bir başka çaput da alınır. Çünkü,
onlardan bir şeyi üzerinde taşıyan kişiye cinlerin yaklaşamayacağına inanılır. Gelen
ziyaretçiler, dilerlerse burada konaklarlar. Yukarı çıkmadan önce, eşyalar aşağıda
bırakılır. Tepeye genellikle sadece hastalar ve refakatçileri tırmanırlar. Bazen
herkes hasta ile birlikte yukarı tırmanır. Hasta yukarıda kalırken diğerleri geri
döner. Yukarı çıkarken yapılması gereken en önemli şey ise altı ya da yedi adet taşın
dilek dilenerek üst üste konup sabitlenmesi işlemidir. Bu taşlarla yapılan minik kule
yıkılmaz ise dileğin gerçekleşeceğine inanılır. Bu taş koyma geleneği, Musevilikten
Aleviliğe birçok din, mezhep ve inançta mevcuttur
Yukarı varıldığında Mir Osman’ın mezarı ve çevresinde birçok halı,
kilim, battaniye, yastık ve ağaçlara bağlanmış çaputlar görürsünüz. Yapılması
gereken burada farklılık gösterir. Kimisi sadece dua eder. Hasta olan kişi de dua
eder ve burada bir iki saat uyur. Bir diğer pratikte ise, önce mezarın etrafında
türküler, şarkılar ve alkışlar eşliğinde dans edilir. Böylece cinlerin mutlu olması
sağlanır. Ardından hasta dua eder ve bir iki saat uyur. Bu esnada aşağıda, Kürtçe’de
nane şilîkî olarak adlandırılan ıslak ekmek yapılır, yemekler pişirilir ve orada olan
herkese hayrına dağıtılır. Bu ilk ziyaretten sonra hastada bir iyileşme başlarsa
bu döngü tekrarlanır. Hasta tamamen düzelir ise, bir mevlit okutulup herkese
yemek verilir. Böylelikle, aile şükranlarını sunmuş ve ihtiyaç sahiplerinin yanında
olduğunu göstermiş olur.
Bu anlatımla kısaca değinmeye çalıştığımız, Gırnavaz ve Nusaybin
şehrinin, cin efsanesi gibi daha birçok destanın ve mitosun halen yaşandığı bir
yer olduğudur. Belki de bu mitos ve destanlardan dolayı evlerde halen, 7000-
8000 yıl öncesinden kalma gelenekleri yaşatan ritüeller görmek mümkündür.
Bu ritüeller bazen evlerin damlarına yaban keçisi boynuzu asmak, bazen ateşin
üzerine su dökerken dua etmek olarak karşımıza çıkabilmektedir. Aynı şekilde,
ay tutulmalarında insanların gürültü çıkarıp tenekelere vurması, Sümerlerden
günümüze kadar devam eden kutsal bir geleneğin, oyuna dönüşmüş halidir.
Bundan dolayı, sonsuz bir yaşamın bahşedildiği varlıklar olan cinlerin mezarlarını,
bin yılların izini taşıyan, binlerce hayata şahitlik etmiş ve bağrında saklamış olan
Gırnavaz gibi bir yerde yapmalarından daha doğal ne olabilir ki? Bütün bunlara
bir arada haiz kaç şehir vardır dünyada? Mardin’e gelen herkesin gidip görmesi,
sokaklarında nefes alması ve dokunması gereken bir yer olarak Nusaybin,
Mezopotamya tarihinin bir yansımasıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder